17 Kasım 2019 Pazar





BENİM AKLIM ÖLÜYOR

     Gözlerini açtı bir anda ve çevresine anlamsızca baktı. Nerede olduğunu, kim olduğunu bilmiyor gibi bir hali vardı. Tren yavaş yavaş ilerliyordu. O da neden bu trende olduğuna dair aklında küçük bir gezintiye çıkmıştı.Şüphesiz herkesin bir hikayesi vardır. Farklı bir başlangıcı benzer sonuçları olan. Ve yine herkes mutlu sonsuz olsun diyerek çıkar bu yola. Biz bu hikayeye ne diyerek başladık bilmiyordum. Bir son istiyor muyduk yoksa “Carpe diem” diyerek anımı yaşıyorduk hep sorgulardım. 
     Tuhaf bir tanışmaydı bizimkisi. Beş yıl önce, 2014 yılının bir temmuz akşamında tanışmıştık. Ben asla diyerek kurduğum cümlelerimin kurbanı olmuştum. İnternet'ten biriyle tanışmak, ona dair gelecek planları yapmak bana göre bir şey değildi. Ona göre bir şey olmadığı da belliydi. Bu durumu açıklamaya, bir sebebe dayandırmaya çalışırken mantığımızı epey zorladık ve en sonunda bunun kaderin bir cilvesi, bize armağan edilmiş bir tılsım, bir büyü olduğuna inanmaya başladık. İlk zamanlar birbirimize dair çok fazla şey bilmiyorduk. Kalıp sorular ve cevaplarımız vardı. Benim geleceğe yönelik onunla ilgili hiçbir planım yokken o, şimdiden hayatımızın yedi yıllık planını yapmıştı. Bu fikir o zamanlar bana, çok uzak ve komik geliyordu. Yarınımızı bile bilmezken yedi yıllık kalkınma planımızın olması benlik bir şey değildi. Onu bu yüzden komik buluyordum ve inanmıyordum. Ama içten içe bu planın gerçek olup, olmayacağını da merak ediyordum. Gün geçtikçe birbirimizi daha çok tanıyorduk ve bazen bazı olaylar bizi, birbirimizi hiç tanımamışa çeviriyordu. Sorguluyorduk bu şekilde nereye kadar, nasıl gider diye. Bazen o kadar çok bunaltıyorduk ki birbirimizi ve sonra o uzun sessizliğimizi iki kelime bozuveriyordu, “Seni seviyorum…” diyerek. Ben galiba onun en çok beni dokunmadan sevişini sevdim. Bu benim için öyle özel öyle güzel ve bir o kadar da manidardı ki tam bir ruhlar buluşmasıydı bizim beraberliğimiz. Tanıştığımız ilk günden beri asla yapmam, yapmayacağım dediğimiz her şeyi birbirimiz için yapıyorduk. İşte bu yüzden kim bana, bizi sorsa “Her şey gibi hiçbir şey gibi, var gibi yok gibi, hayal gibi gerçek gibi, ne olduğu belirsiz, tanımsız çok şey gibi…” diyerek cevap veriyordum. Beş yıl boyunca kolay süreçler atlatmadık. İlişkimiz boyunca birbirimizi hep zorladık. Öyle ki bir araya gelmek için verdiğimiz mücadele beyhude bir savaş gibiydi ve biz bu uğurda birbirimizi kaybetme noktasına gelmiştik. Ama ne olursa olsun, birbirimize ne kadar kızarsak kızalım, araya biraz zaman girince sakinleşiyor ve yeniden birbirimize koşuyorduk. Koşuyorduk derken mecazen söyledim çünkü biz uzunca bir süre bu eylemi gerçekleştiremedik. Hayatımdaki bu gelgitli durumu fark eden annem ise bizim arkadaşlığımızı desteklemiyor hatta bu arkadaşlığı bitirmemi istiyordu. Ben yaşadığım şokla her şeyi ruh arkadaşıma anlattım. Onun tepkisiyle daha da şok olacağımı bilmeyerek. Bana bu şekilde bu arkadaşlığa devam edemeyeceğini, ailemle arama girmek istemediğini ve onlara kendini kabul ettirmek için uğraşmayacağını söyledi. Sevdiğim iki insanın arasında kalmıştım. Ruhum bu iki insan arasında ezildikçe çaresizliğim büyüyordu. İkisi de bir şeyler söylemişti ama benim ne dediğimi duyan, ne hissettiğimi anlayan yoktu. Tüm bu düşüncelerimle yaşamaya devam ediyordum. Ben oradan oraya savrulurken beni tutan yine bu iki insan oldu. Ruh arkadaşım tüm söylediklerine rağmen benden vazgeçmedi ve annem de uzun uğraşlar sonucunda bizim birlikteliğimizi kabul etti. Hatta o kadar iyi anlaştılar ki yirmi dört yıllık evladı ben miydim o muydu bilemezdik. Evliliğimiz bu şekilde mutlu mesut sürüp gidiyordu.
     Evleneli altı yıl olmuş, ben otuz eşim otuz iki yaşına girmişti. Biz bu altı yıla; memleket turu, dünya turu ve iki güzel çocuk sığdırmıştık. İkizlerin gelişiyle dünyamız değişmiş, mutluluğumuz ikiye katlandığı gibi her şeyimiz ikiye katlanmıştı. Oğlumuz tıpkı babasına, kızımız ise bana benziyordu. Mutluluğumuz birbirimize olan sevgimizle ve dört yaşına giren ikizlerimizle her geçen gün artıyordu. Eşimle aramızdaki bağ giderek kuvvetleniyordu. Sanki ne olursa olsun ne yaşanırsa yaşansın biz birbirimizi ve bize dair olan şeyleri hiç unutmayacak gibiydik. Günler bu şekilde geçip gidiyordu. Avukat olan eşimin işleri her geçen gün daha çok yoğunlaşıyordu. Bana ve çocuklarımıza olan ilgisi azalıyor, bize ve kendine yeterince vakit ayıramıyordu. Çocukların bakımı ev işleri ve okul hepten bana kalmıştı. Onun bu stresli koşturmacasına hem üzülüyor hem de kızıyordum. Ona sorduğum şeylere doğru dürüst cevap veremez ve çocukların isteklerini unutur olmuştu. Yoğun bir tempoda çalıştığı için önceleri bu durumu normal karşıladım. Aradan geçen zamanda geçmiş bir anımızı unuttuğunda ise ona kırılmadım. Çünkü her zaman bana oranla daha çok unuturdu. Ben hatırlattıkça hatırlar ve benim bunları neden bu kadar detaylı hatırladığıma şaşırır, aklımda tutup ona hatırlatmama kızardı. Ben de ona her zaman hafızamla övünür onu sinir ederdim. Ona da sen avukatsın asıl senin unutmaman ve bunları savunma amaçlı kullanman lazım derdim. Onu kızdırarak gülerdim sonra, o da bana katılırdı. Günlük planlarını birlikte yapar, dava tarihlerini, davacıları birlikte not ederdik. Her gün kahvaltı da ona bugünkü işini hatırlatırdım. Gün sonunda ise gününün nasıl geçtiğini, davayı kazanıp kazanamadığını sorardım. İşlerimizin çoğunu beraber yapardık hatta ben kendi işlerimi bitirir, ona daha çok yardım etmeye çalışırdım. Ama ne yaparsam yapayım üstündeki o yorgunluk o durgun hal bir türlü geçmiyordu. 
     Bir gün akşam yemeğinde davanın nasıl geçtiğini sordum çünkü çok önemli bir davaydı bu. Uzun zamandır bu davaya hazırlandığını biliyordum. Bana hangi davadan bahsettiğimi sordu. Bende; aylardır çalıştığın, büyük gelişmeler kaydettiğin hatta bir ay önce plan defterine birlikte yazdığımız, üzerine konuştuğumuz, dava dedim. Hatırlamadığını söyledi. Defteri getirip gösterdim. Görünce çok şaşırdı aceleyle müvekkilini aradı ve konuşmak için masadan kalktı. Bu unuttuğu üçüncü davaydı. İlk ikisinde unutmasını yorgunluğuna bağlamıştım. Her zaman hafızası bana oranla biraz zayıf olsa da işine önem verirdi ve en iyi şekilde yapardı. Unuttuğu bu üç davadan öncede bazı yasa değişikliklerini takip etmediğini, sonradan bu konuda problem yaşadığını hatırladım. Unutkanlıkları her geçen gün artıyordu ve artık beni korkutmaya başlamıştı. Çünkü artık unutmasını gerektirecek bir sebep bulamıyordum, aklıma gelen o kötü ihtimal dışında. Hemen bu düşünceden uzaklaştım o sırada eşim yeniden yanıma geldi. Müvekkiliyle konuştuğunu sakinleştirmek için çok uğraştığını söyledi. Sonrasında ise bana, neden bu davayı hatırlatmadın diye sordu. Bende sabah kahvaltıda hatırlattığımı ve kendisinin de dava dosyasıyla beraber çıktığını söyledim. Bana inanmadı ve çok sinirlendi böyle bir şeyin olmadığını iddia ediyordu. Onu ikna etmeye çalıştıkça öfkesinin büyüdüğünü gördüm. Çocukların önünde tartışmak istemediğim için çocuklara yöneldim ve onları odalarına götürdüm. Babalarını böyle görmeye alışık olmadıkları için biraz korkmuşlardı sakinleştirip yatırdım. Mutfağa yeniden geldiğimde masanın toplanmış olduğunu gördüm. Ben daha konuşmadan beni fark eden eşim:
- Sen yorulma diye topladım, dedi. Ardından yemeği beğenip beğenmediğimi sordu.
Bende ona teşekkür ettim ve yemeği benim hazırladığımı söyledim. Şaşırarak bana döndü:
- Şaka yapıyorsun herhalde, dedi. 
Şaşkınlığım giderek artıyor ama onu endişelendirmekte istemiyordum. Bulaşık makinesinin kapağını kapatıp, bana sarıldı. 
- Seni çok seviyorum. Evli olduğumuza hala inanamıyorum, dedi. Bende:
- Nasıl inanamıyorsun? Altı yıldır evliyiz ve ikizlerimiz bile dört yaşındalar, artık inansan iyi edersin, dedim ve güldüm.
Kollarını gevşetti bir an yüzüme şaşkın baktı o an korktuğum şeyin başımıza gelme ihtimalinin arttığını anladım. Karşılıklı oturduk. Ona bu akşam olanları yeniden anlattım. Ne zamandır onu iyi görmediğimi ve neden böyle düşündüğümü açıkladım. Yine sinirlendiğini düşünürken beni sakin karşılamasına şaşırdım. Sabah doktora gitmek için anlaştık ve uyuduk. Sabah hazırlandık, kahvaltı yaptık, çocukları kreşe bıraktık. Ben arabayı hastaneye sürmesini beklerken o iş yerine giden yola yöneldi. Hastaneye gideceğimizi söylediğim de ise neden diye sordu. Dün akşam konuşup böyle bir karar aldığımızı hatırlattım, sinirlendi. Bir anda arabayı durdurup bağırmaya başladı ve tartıştık. Ona ulaşamıyordum beni dinlemiyordu çok öfkeliydi. Bana sürekli iyi olduğunu söylüyordu. Son çare olarak:
- Rutin kontrollerimiz için gidecektik ya unuttun mu? Dedim. Oysaki biz üç ay önce yaptırmıştık kontrollerimizi ama hatırlamadı.
- Haklısın canım, deyip arabayı hastaneye sürdü. 
Hayatım boyunca ona ilk defa yalan söylemenin verdiği rahatsızlıkla doktoru beklemeye başladık. Bu sırada geleli bir saatten fazla olduğu için birçok testi yaptırmış sonuçlarını almıştık. Eşim hala benim neden test yaptırmadığımı sorguluyordu bense ona benimki için daha sonra geliriz diyordum. En önemli test sonucuyla beraber, doktor odaya girdi. Yüzüne bakınca ben de eşim de kötü giden bir şeyler olduğunu anladık. Aklıma gelen şeyi doktorun ağzından duymamayı o kadar çok isterdim ki bunun için her şeyimi verebilirdim. Ama olmadı. 
     Eşim, ruh arkadaşım, ailem, her şeyim olan adam şimdi de Alzheimer olmuştu. Adını duydukça üzüldüğüm, çevreme bir mikrop gibi hızla yayılan bu hastalık şimdi de eşimi sarmıştı. Duyduğumuz andan itibaren eşimle birbirimizin yüzüne bakakaldık. O an ikimizin de aynı şeyleri düşündüğünü, birbirimizin ne tepki vereceğini görmek istediğimizden bugün bile adım kadar eminim. Beş dakika boyunca kimse konuşmadı. Bu beş dakika o kadar uzun geldi ki sanki son kez eşimin yüzüne bakıyormuşum gibi gözlerimi ondan alamadım. Sessizliği bozan kişi doktor bey oldu, tıpkı bizi bu sessizliğe mahkum ettiği gibi. Eşimin durumu ve bu durumda yapılabilecekler üzerine konuşuyordu. Eşimin sorduğu ilk şey ise beni unutup unutmayacağı oldu. Doktor bey ve ben bu soruyu hüzünlü bir tebessümle karşıladık. Doktor şuan unutmasanız bile bir gün unutabilirsiniz dediğinde hüzünlü tebessümüm yerini acı bir tebessüme bıraktı. Eşimin elini tuttum, tıpkı nikahta söz verdiğim gibi bu sefer daha güçlü daha cesur tuttum elini. Çünkü ilk baştakinden daha güçlü olmalıydık. Doktordan öneriler aldık, hastalığını yavaşlatacak ilaçların olduğu reçeteyi aldık ve çıktık. Direksiyona ben geçtim. Önce bir eczaneye uğrayıp ilaçları aldım. Yeniden arabaya döndüm, eşim hastaneden çıktığımızdan beri hiç konuşmamıştı. İkimiz dışında kimsenin bilmediği özel yerimize sürdüm arabayı. Eşim oraya gittiğimizi fark edemeyecek kadar dalgındı. Özel yerimize ulaşınca; annemi aradım, çocukları kreşten almasını ve bu gece onlarda kalmalarını rica ettim, nedenini sorsa da söylemedim, daha sonra görüşürüz deyip kapattım. Eşim arabadan indi burada olmaktan memnun gibiydi. En azından o da şuan olmamız gereken en doğru yerde olduğumuzu biliyordu. Ona sımsıkı sarıldım, sanki son kez sarılıyormuşum gibi. Kalp atışlarını dinlerken konuşmaya başladı:
- Seni unutmak istemiyorum, dedi sustum devam etti:
- Seni, çocuklarımızı, ailemi, arkadaşlarımı, işimi ve kendimi unutmak istemiyorum, dedi. 
      O tüm bunları söylerken benim gözlerimin dolduğunu gördü dolan gözleri. Sarıldık, ağladık… İlk defa birbirimize sarılıp aynı anda, aynı şeye ağlıyorduk. Uzunca bir süre böyle kaldık. Denizden esen ferahlatıcı rüzgar yüzümüzdeki gözyaşlarıyla bizi serinletiyor, kendimize getiriyordu. Hayatımızın gündemine bomba gibi düşen bu bilgiye karşı kendimize gelmemiz, çözüm yolları arayıp, uygulamamız gerekiyordu. Neler yapıp edeceğimizle ilgili konuşmaya başladık, not almamı istedi her seferinde bakmak, hatırlamak istediği için. Dediğini yaptım. Zaten yazı yazmayı hep severdim bu yüzden öğretmen aynı zamanda bir yazar olmuştum. Evlendiğimiz de tanışma hikayemizi anlatmıştım okurlarıma, öğretmenlik yaptığım dönemde ise öğrencilerim okumuştu hikaye kitaplarımı. İkizler olunca öğretmenlik yapmayı bırakmıştım ama yazı yazmayı hiç bırakmadım ve kendimi hep geliştirdim. Bu esnada eşim:
- Ben daha çok gencim nasıl olur da Alzheimer olurum? diye sordu. Bende:
- Tüm hastalıklar insanlar için var ve günümüzde bu hastalıklar yaşlı genç ayırt etmeksizin insanların hayatlarına yerleşiyorlar, dedim. Ve şöyle devam ettim:
- Önemli olan bu süreci kabul etmek, iyileşebileceğine inanmak, inandıktan sonra çözüm yolları aramak ve uygulamak ve de birbirimize destek olmak. Ben bize inanıyorum, ben sana da inanıyorum, seni bu hastalığa teslim etmeyeceğim. Hem doktor da iyi olabileceğini, ilaçlarla bu süreci en iyi şekilde yönetebileceğini, umudumuzu kaybetmememiz gerektiğini söylemedi mi? dedim. Umutla bana bakarak:
- İyi ki varsın! dedi. Bende:
- Sende iyi ki varsın ve biz hep var olacağız, dedim.
      Sonrasında sohbet ettik. Anılardan, bu özel yeri ilk keşfimizden konu açtım. Bunları bilerek konuşuyordum tıpkı buraya bilerek getirdiğim gibi. Onun unutmasını ertelemeyi, yakın geçmişi unutsa bile onu bazı şeylerle geri getirmeyi umuyordum. Böylelikle saatlerce konuştuk. Uzun uzun sohbet etmeyi özlediğimizi anladık, yürüyüş yaptık tıpkı eski günlerde ki gibi. Yorulduğumuzda arabaya binip evin yolunu tuttuk, ikizler bugün annemler de kalacaktı. Eve gelince iki koldan çalışmaya başladık, aklımıza gelen tüm detayları notlar haline getirdik. Notlardan ve fotoğraflardan oluşan bir evimiz vardı artık. Çalışma odasını daha basit düzenledik, eşim her şeyin yerini bana gösterip anlattı. İşlerini yürütürken ona daha çok yardımcı olacaktım bu sayede. Yarın akşam bir yemek düzenlemeye ve ailelerimize durumu anlatmaya karar verdik. Bilen biri her zaman için bize daha çok yardımcı olacak ve onu bulmamı kolaylaştıracaktı. Tüm bu işleri hallettikten sonra film izleyerek uyuduk. Eşim sabah çok neşeli uyandı. Birlikte güzel bir kahvaltı yaptık. Kahvaltıdan sonra içmesi için ilaçlarını götürdüğümde:
- Hasta değilim ki neden getirdin bu ilaçları? Dedi. Ne yapacağımı bilemedim. Hastalık bu kadar hızlı ilerlememeli diye düşündüm. Tam açıklama yapacakken, eşim:
- Şaka yapıyorum niçin olduklarını biliyorum, diyerek sarıldı bana ve ilaçlarını içti.
Ardından o telefonla işlerini hallederken bende annemleri aradım akşama yemeğe beklediğimiz söyledim. Onlarda tamam dediler. Eşimle beraber yemeklerimizi yaptık, soframızı hazırladık. Kreşten çocukları da alan annemler geldi. Keyifli bir akşam yemeği yedik. Çocuklarımı bir günde bile çok özlemiştim onlarla vakit geçirmek bana her zaman iyi geliyor güç veriyordu. Babalarını da mutlu gördükleri için huzurlulardı. Saat geç olmuştu biraz huysuzlansalar da eşimle onları uyutmayı başardık. Kahve yapıp annemlerin yanına geçtik. Onlar hal ve tavırlarımızdan yeni bir torun geleceğini çıkarsalar da verdiğimiz haberle çok şaşırdılar, üzüldüler ve sonra uzunca bir süre sessiz kaldılar. Eşimin annesi duyar duymaz ağlamaya başlamıştı. Sanki benim vermek isteyip de veremediğim, güçlü kalmak zorunda olduğum için kendimi tuttuğum tepkileri o ve eşimin babası veriyordu. Sessizliğini ilk bozan eşimin babası oldu. Bu durumu kabullenemediği ve kabullenmekte zorlanacağı aşikardı. Eşimin çok genç olduğunu böyle bir şeyin mümkün olamayacağını söyledi. Benim içten içe söylediğim gibi. Eşim onu sakinleştirmeye, bunun maalesef gerçek olduğunu anlatmaya çalıştı. Her duyuşumda ilk kez duyuyormuşum gibi canım acıyordu. Eşimin ve ailelerimizin kabullenmesini beklerken, asıl kabullenemeyen olduğumu belli etmemek için çok uğraşıyordum. Her şeyi gözlerimden anlayan annem bunu da anlamış olacak ki yanıma geldi. Güç veren sarılmasını yaparak, geçecek her şeyi halledeceğiz dedi. Babamda onu destekledi. Eşimde annesiyle babasını sakinleştirmişe benziyordu. 
       Geceyi atlatmayı başarmış yeni bir güne uyanmıştık. Çocukları kreşe, eşimi de ilaçlarını içirip büroya yollamıştım. Kendimde hazırlanıp, hastaneye gittim. Doktorla konuşmam, danışmam gereken şeyler vardı. Doktor bu süreçte sakin olmamı, sorumluluklarım artacağı için destek almamı tavsiye etti. Eşimi hiçbir şey için zorlamamalıydım ve ilaçlarını her koşulda vermem gerekiyordu. Eşimin ani olaylar yaşamaması ve üzülmemesi lazımdı. Yeni insanlar tanımaktan çok eski tanıdıklarıyla vakit geçirmesini öneriyordu her iki taraf açısından sağlıklı bir iletişim kurma adına. Hafızasını güçlendirmek için beslemesine, sporuna, beyin fonksiyonlarını güçlendirecek aktiviteler yapmaya, özen göstermem gerekiyordu. Tüm bu öğrendiğim bilgilerle üzerime koca bir dağ yıkılmışta ben altında kalmışım gibi hissediyordum. Doktor bey bu durumu kaldıramadığımın farkındaydı. Başta herkes biraz zorlanırmış, hastalığı reddedermiş, bende ona göre şuan bu aşamadaydım ama atlatabilirdim. En azından eşim ve çocuklarım için bunu başarmalıydım. Doktor beye teşekkür edip hastaneden ayrıldım. Güvenlik kamera sistemleri kuran bir iş yerine gittim, evime ve sokağıma kameralar taktırmak istediğimi söyledim. Onlarla beraber eve gelip kameraları kurmalarını bekledim. Küçük ve görünmeyen kameralar tercih etmiştim amacım ne olursa olsun eşimi kayıt altına alıp zarar görmesini önlemekti. Bilgisayarıma programı kurduk. Eşimin telefonuna da GPS yerleştirmek istediğimi söyledim. Adamlar benim aldatıldığım için böyle bir şey yaptığımı zannederken yüzlerindeki ifadeye acı ve tiksintiyle baktım. Hiçbir şey bilmeden insanları yaftalamak ne kadar da kolaydı. Zaten bu kadar kolay olmasa her insan bunu başarabilir miydi bilmiyorum. Tüm isteklerimi yerine getirdikten sonra çalışanlarla beraber dışarı çıktım. Eşimin en yakın olduğu ve gençken sürekli görüştüğü arkadaşlarını bir araya topladım, onlara eşimin durumunu anlattım ve kendi numaramı verdim. Ne olursa olsun eşim onlarla irtibata geçtiği an bana haber vermelerini rica ettim. Hepsi üzülerek ellerinden gelen her şeyi yapacaklarını söylediler. Teşekkür edip yanlarından ayrıldım. İkizlerimi almak için kreşe gittim, çocukları alıp eşimle buluştuk. Dışarıda güzel bir yemek yiyip çocuklarımızla vakit geçirdik. Kendi kendimle kalmadığım sürece herkese karşı mutluluk maskemi takıyordum. Eşim beni iyi gördükçe iyileşiyor gibiydi ya da ben öyle olmasını istiyordum bilemiyorum. Ama güçlü olmam gerektiğine emindim yaşadığımız şey ne kadar zor olsa da yaşlılara oranla gençlerde daha az görülse de bu gerçeği inkar edemezdik benim eşim Alzheimerdı. 
      Evimize döndük. Çocuklarımızı uyuttuk. Birkaç ayın ardından ilk defa bu kadar huzurlu uyuduklarını gördüm. Babalarının ilgisi çok hoşlarına gidiyordu. Tıpkı benim gibi onlarda babalarıyla iyi oluyorlardı. Eşime fark ettirmeden, her gün onun hafızasını güçlendirmek için bir şeyler yapıyordum. Rakamları sevmeme rağmen sırf onun için sudoku çözüyor onunla sudoku yarışı yapıyordum. Çocuklarımıza bile öğretiyorduk onlarda bizimle beraber vakit geçirsin ve babalarının iyileşmesine yardımcı olsunlar diye. Her anımızı fotoğraflıyor, çıkartıp asıyordum. Akşam yemeğinden sonra hepimiz oturup günümüzün nasıl geçtiğini anlatıyorduk. Bu çocuklarımın konuşma becerisini güçlendirirken eşimin de hafızasını güçlendiriyor, unuttuğu şeyleri hatırlamasına olanak sağlıyordu. Eski albümlerimize bakıp keyifleniyorduk. Eşimi yeni bir dil öğrenmeye ikna etmiştim. Bunu yapmaktaki amacım ise yeni bir dil öğrenmek için beyin fonksiyonlarını harekete geçirip, uzun süreli hatırlamasını sağlamaktı. Çocuklar uyuduğunda, birlikte davalar üzerinde çalışıyorduk. Güncellenen yasaları takip ediyor birbirimize sınavlar yapıyorduk. Onunla çalışa çalışa stajyer avukat gibi olmuştum. Birbirimize sınav yaparken çoğu zaman ondan düşük almaya çalışırdım üzülmesin diye. Kimi zaman dava almaktan çekinirdi dava sırasında bir şeyleri unutur da davayı kaybedersem diyerek. Böyle zamanlarda onu zorda olsa ikna eder, çalışmalarımız sayesinde korkulacak bir şey olmadığını söyler, onu yüreklendirirdim. Kimi zaman tüm uğraşlarıma rağmen davayı reddederse onu zorlamazdım. Kendi işlerimi ertelemiş ona, onun işlerine, isteklerine ve çocuklarımıza odaklanmıştım. Bu süreçte ailelerimizde bize çok destek oluyordu. Beni dinlendiriyor üzerimden sorumluluk almaya çalışıyorlardı. Geceleri uyuyamazdım pek eşim kalkıp bir yerlere giderse geri dönemezse yolu unutursa diye. Onlar bizdeyken içim rahat bir şekilde uyur biraz dinlenme imkanı bulurdum. Çocuklar büyüyordu onları hasta bir aile ortamında büyütmek zaten beni üzüyordu o yüzden elimden geldiğince onları mutlu etmeye çalışıyordum. Eşim ilaçlarını düzenli kullanıyordu aylık kontrollere sorunsuz gidiyordu. Unutması biraz olsun yavaşlamıştı sanki. Doktorda iyiye gittiğini böyle devam ederse sıkıntı yaşamayacağımız söylüyordu. Bu ağır hastalığa rağmen yaşamımızın yeniden normalleştiğini hissediyordum. Tüm bunlar bana da umut oluyor en çok yorulduğum zamanlarda bile beni ayakta tutuyordu. 
      Zaman çok hızlı geçiyordu. Sekiz yılın ne ara geçtiğine inanamıyordum. İkizlerimizin bir anda on iki yaşında ergenler olması ve ergenliklerini çok zor geçiriyor olmaları, zaten kolay olmayan hayatımı daha da zorlaştırıyordu. Babalarının hastalığının farkındaydılar çünkü bununla büyümüşlerdi. Ama ne olursa olsun o yaştaki çocuklara özgü bencillikle bu durumu kabullenmiyorlardı. Kabullenmedikleri için hırçın ve asi iki insana dönüşmüşlerdi. Her olayda üç kişinin arasında kalıyordum. Aslında eşimde bana yardımcı olmaya çalışıyordu, ara yolu bulmak hastalığını çocuklara yansıtmamak için ama bazen istediğimiz gibi olmuyordu. Vicdanımı rahatlatan tek şey, eşimin hastalığına rağmen onları ilgisiz ve sevgisiz bırakmamış olmam ve de her anımızı dolu dolu geçirmek için çabalamamdı. Eşimde dahil birçok kişi eşimin hastalığını unutmuş gibiydi. Bende unutmak istiyordum ama bir türlü beceremiyordum. Unutamadığım gibi artık her şeyden daha fazla hatırlayacaktım. İlaçları kullanmaya devam etmesine, düzenli bir hayat yaşamasına rağmen eşimin hastalığının şiddeti artmaya başladı. Bunun sebebi ise babasının ani ölümü oldu. Eşimin babasını kalp krizi sonucu kaybettik. Eşim bunu kabullenmedi hepimiz üzgündük ama o sanki tüm acıları kendinde toplamış gibiydi ancak ilaçların dozunu arttırarak sakinleştirebiliyorduk onu. Günlerce sakinleştirici ilaçlarla uyuttuk doktoru böylesinin daha doğru olduğunu söyledi. Eşimi babasının ölümüyle ikinci kez kaybettiğimi hissettim. Onu üçüncü kez kaybetmem ise babasının öldüğünü unutmasıyla oldu. Eşimin babası öleli üç hafta olmuştu. İlaçların hiçbir faydasını göremiyorduk artık. Dozlarını arttırdığımız halde günden güne kötüleşiyor öfke nöbetleri artıyordu. Bu hâli hepimizi korkutuyordu. Evdeki önlemleri arttırmaya kesici, delici tüm aletleri saklamaya başladım. Bir sabah hep beraber kahvaltı yaparken eşim geldi. Tanımayan gözlerle etrafına baktı annesini ve beni tanıdı sadece. Bizi öptü günaydın diyerek. Çocuklar:
- Günaydın babacığım! dediler. Çocuklara dönerek:
- Ne babası? Anlamadım, dedi. 
Çocuklar şaşırarak birbirlerine baktılar sonrada bana baktılar. Ben hiçbir şey belli etmeyin manasında bir hareket yaptım, mutsuz bir şekilde geri oturdular. O sırada eşim yerine geçip oturdu ve bana çocukların komşumuzun çocukları olup olmadığını sordu. Hayatımın en acı cevabını veriyordum, evet öyleler bugün bizimle kahvaltı yapmak istemişler diyebildim ve sustum. Eşimi dördüncü kez kaybetmiştim çocuklarımızı unuttuğunu gördüğümde. Annemle kız kardeşimin kim olduğunu sordu. Babamı, kendi babası zannedip, annesinin yanına oturmasını istedi. Her şeyi onun dediği gibi yaptık kahvaltıyı sessiz bir şekilde sonlandırdık. İlaçlarını vermek istediğim de çok sinirlendi içmek istemedi ben biraz zorlayınca bağırmaya başladı. Ben onun bu ruh haline alışmıştım ama diğerleri yadırgadılar ve biraz korktular. Bir hışımla oturma odasına gitti bende peşinden gittim. İşte kıyamet tam da o anda koptu. Duvarda asılı fotoğraflarımızı görünce deliye döndü. Kırk yaşında olduğunu unutmuş, kendini biraz yaşlanmış ve çocuklarla görünce, ne yapacağını bilemedi. Bu kim bunlar neden bizim yanımızda diyerek bağırıyor ne kadar konuşsam da beni dinlemiyordu. Hiçbirimiz onu sakinleştiremiyorduk; çok hırçınlaşmıştı, çocuklar korkuyordu, ben daha fazla korkmasınlar diye babalarını tutmaya çalışırken, eşim beni itekledi çok sert bir şekilde yere düştüm. Babam sinirlense de hastalığından dolayı böyle yaptığı için onu sakinleştirmeye çalıştı. Sonra bir anda çıktı gitti eşim, annesi de onun peşinden gitti ben hallederim diyerek. Düştüğüm yerden çocukların yardımıyla doğruldum, ağlıyorlardı sakinleştirdim. Sonra odalarına gidip eşyalarını topladığım iki çanta hazırladım. Bir süre annemler de kalmalarını istedim çünkü bu şekilde çok yıpranacaklardı. Kabul etmediler, beni yalnız bırakmak istemediler. Her şeye rağmen gitmelerini istedim. Israrıma dayanamadılar istemeye istemeye kabul ettiler. Annemle babamda benim için endişeleniyorlardı. Onları sakinleştirip çocuklarla beraber evlerine yolladım. Duvardan tüm fotoğrafları kaldırdım. Evde sadece bizim ilk tanışmamızdan evliliğimize kadar olan fotoğraflar kaldı. Eşimin annesi eşimi bulmuş sakinleştirmişti. Kendi evlerine geçtiklerini haber verdi. Artık tek başınaydım. Hıçkıra hıçkıra saatlerce ağladım. Kendime gelmek için bir duş aldım. Çocukların odasının kapısını kilitledim gelince girmesin, sinirlenmesin diye. Etraftaki eşyalarını kaldırdım. O sırada telefon çaldı. Arayan eşimin annesiydi. Eşim arkadaşlarımla buluşacağım deyip gitmişti. Hemen bilgisayarımı açtım onun telefonuna kurduğum program sayesinde nerede olduğunu buldum. Bu sırada eşimin durumunda bir gariplik olduğunu anlayan arkadaşları çoktan beni arayıp olanları anlattılar. Hemen yanlarına gittim. Kendini yirmili yaşlarda hatırlayan eşim beni görünce çok şaşırdı hem de çok sevindi. Sevgilim diyerek sarıldı ve arkadaşlarıyla yeniden tanıştırdı. Biraz muhabbet ettik, arkadaşları gitmek için kalktılar biz kaldık. Uzunca bir süre sessiz kaldık ikimizde. Beni izlediğinin farkındaydım. Bende kendimi yeni bir krize hazırlıyordum. Konuşmaya başladı:
- Hala yirmili yaşlarındaki kadar güzelsin, dedi. Gülümseyerek baktım ona devam etti:
- Seni o kadar çok seviyorum ki bir gün bu dünyadan göçüp giderken yanımda götürecek kadar çok ve bencilce seviyorum seni…
- Ama şunu da biliyorum ki geçirdiğimiz şu sekiz yılda hastalığım yüzünden seni çok yıprattım, çok üzdüm. Bugün yaptıklarım çok korkunçtu. Seni, çocuklarımızı, herkesi çok korkuttum. Seni itekleyip düşürmek istemedim. Sana zarar vermiş olma ihtimalim bile beni çıldırtmaya yetti. O yüzden kaçıp gittim, dedi. Ben sadece susuyor onu dinliyordum.
- Benim aklım ölüyor sevgilim. Benim aklım ölüyor. Ruhumu kaybediyorum. Anılarım silindikçe, kalbimde hissettiğim sevgilerin tanımını yapamıyorum çıldırıyorum. Çocuklarımızı unutuyorum, işimi unutuyorum, yapmam gerekenleri unutuyorum, arkadaşlarımı, yaşımı, anneni, babanı, kız kardeşini, annemi, babamı unutuyorum. Ve seni unutmaktan çok korkuyorum, dedi. 
Seni unutmak istemiyorum diye tekrarlarken hıçkırarak ağlamaya başladı. Sarıldım, saçlarını okşadım. 
- Babanı da unutuyor musun? dedim.
- Unutuyorum tabi. Yurt dışında olduğunu unutup, size sordum ya sabah, dedi. 
Babasının öldüğünü unutmuş olduğunu bir kez daha gördüm. Onu birlikte yaşadığımız bütün bu acılarla beraber yeniden kucakladım. Daha da sıkı kucakladım çünkü kaybetmekten ve onu bulamamaktan çok korkuyordum. Kalkınca arabayı bir dövmeciye sürdüm. Normalde dövmelerden hoşlanmam ama onu kaybetmemek için koluna bir sevgi izi, evimizin adresini ve telefon numaramın yazılmasını istedim. Elini sıkıca tuttum. Bana karşı koymuyor adeta onunla ilgilenmemden zevk alıyor gibiydi. Dövmeciden çıkınca eve geldik. Cüzdanına da adresimizin telefon numaramın yazılı olduğu bir kağıt koydum. Kredi kartlarını çekip bir miktar para koydum. Bugünkü gibi dışarı çıkarsa bir anda kimse ona çok parası var diye zarar versin istemedim. Etrafa boş bakan gözlerle dolaştığını gören iyi kalpli insanlar olursa dövmesi sayesinde bana haber verebilirlerdi. Tüm detayları tek tek düşünmeliydim ve çok daha fazla dikkatli olmalıydım. O esnada kapı çaldı. Gelen annemlerdi. Eşim çağırmış meğersem. Herkesten bir bir özür diledi. Çocuklarla ayrıca konuşup özür diledi ve anlayışları için teşekkür etti. Tüm gün yorulduğumuz için erkenden yatıp uyuduk. Sabah kahvaltıyı hazırlayıp, beklemeye başladık. Eşim geldi. Herkese günaydın diyip oturdu. Bizde günaydın dedik sonra sustuk çünkü kimse rolünü bilmiyordu. Eşim ne derse o oluyor doğaçlama takılıyorduk. Çocuklarımızı yine komşunun çocukları sandı. Annemi, babamı, kız kardeşimi, annesini ise arkadaşlarımız zannetti. Rollerini kapan herkes ona göre konuşmaya başladı. Masada eğlenceli bir atmosfer oluştu. Ta ki eşim bizim çılgın maceralarımızı anlatana dek. Herkes şaşırmış biz bunları neden bilmiyorduk tavırlarına bürünmüştü. Ben ise utancımdan kıpkırmızı kesildim. Neyse ki bu hava eşimin masadan kalkmasıyla dağıldı.
      Büroda işlerinin olduğunu söyledi. Hepimizi tek tek öpüp uzun uzun sarıldı. Vedalaşır gibi bakıyordu. En son bana sarıldı ve öptü. Beni çok sevdiğini defalarca kez söyledi ve:
- Hep seveceğim sakın unutma, dedi. Devam etti:
- Ölen aklıma meydan okumayı başaran tek şey sana olan sevgim ve senden gördüğüm sevgi, dedi. Yeniden birbirimize sarıldık, gitti.
     O gider gitmez içime bir sıkıntı çöktü. Annemler evham yaptığımı söylediler. Beni sakinleştirmeye çalıştılar ve aklıma kötü bir şey getirmememi tembihlediler. Onları da daha fazla germemek için bende düşünmemeye çalıştım.
       Birkaç saat sonra büroyu aradım. Sekreteri bugün hiç gelmediğini o yüzden görmediğini söyledi. Telaşlandım hemen bilgisayarı açtım nerede olduğunu bulmak için. Telefonun sinyali evi gösteriyordu. Telefonunu evde, cüzdanının yanında buldum. Korkularım giderek artıyordu. Ailem ve çocuklarda telaşlanmaya başlamıştı. Evin çevresini aradık kameraları kontrol ettim gittiğini görüyordum ama nereye gitmişti? Sokaklara baktık hiçbir yerde yoktu. Kafayı yemek üzereydim. Polisi aradık yirmi dört saat geçmeden bir şey yapamayacaklarını söylediler. Çıldırdım. Eşimin durumunu anlattım yalvar yakar harekete geçirdim onları. Artık sakinliğimi koruyamıyor kimseyi duymuyordum. Yeniden eşimi aramaya çıktım. Aklıma birden özel yerimize gitmiş olabileceği geldi oraya doğru ilerlemeye başladım. Bu sırada kalbim sıkışıyor sanki eşime bir şey oluyormuş gibi hissediyordum. Yol boyunca kendime kızdım onu yalnız bırakmamalıydım. Aldığım tedbirlere bu kadar çok güvenmemeliydim. Yetersiz kalıp eşimi bulamayınca anladım. Kendimi harap etmiştim. Her yere bakmaya çalışıyordum. İyi olduğuna dair bir haber almak için dua ediyordum. Özel yerimize ulaştım. Minderlerin üzerinde uzanan eşimi gördüm ona doğru koşmaya başladım. Attığım her adımda içimi büyük bir acının kapladığını hissediyordum. Yanına ulaştım. Sarıldım neredesin sen? Diye. Kızmaya başladım. Soğukluğunu ancak o zaman anladım. Konuşmuyor tepki vermiyordu. Gözlerini açmıyordu. Bana aşkla bakan gözlerini kapatmış açmıyordu. Ruh eşim uyanmıyor nefes almıyordu. Tenine dokunduğum an soğukluğuyla içimi kaplayan ateş beni yakmıyor adeta üşütüyordu. Ben orada donup kalmış, eşimi son kez sonsuza dek kaybetmiştim… 



       Tren ilerledikçe üşüyordum. Camdan dışarı bakarak, bu yolculuğa çıkış sebebimi hatırlıyordum. Tıpkı eşimin bana söylediği o sözü hatırladığım gibi. “ Benim aklım ölüyor.” demişti eşim. 

        Benimde aklım ölüyordu ve bunu kimse bilmeyerek ilerliyordum bu trende…







☆ ABG ☆

6 Temmuz 2019 Cumartesi


FOTOĞRAF KARESİ

Hani bir zamanlar mutlulukla çektirdiğin bir fotoğraf karesini bir anlık sinirle yırtıp atarsın ya sonrada kıyamayıp geri yapıştırırsın...
 Ama unuttuğun bir şey vardır artık o fotoğraf karesini her gördüğünde iki ânı hatırlarsın biri nasıl mutlu olduğun, diğeride sinirlenip yırtmana sebep olan o an ...
İşte hayattaki tecrübeler de  yaralar da bunu gösterir. Parçaları birleştirsen de izi kalır yapılanların.
  Ve kendini hep hatırlatır...


☆ABG☆

24 Şubat 2019 Pazar


OKUMA KÖŞEMİZDE BUGÜN

BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK




İlk olarak 1960 yılında yayınlanan Pulitzer ödüllü bu kitap, Amerikanın güneyinde yaşanan ırkçılığı ve eşitsizliği bir çocuk kahraman olan Scout Finch'in gözünden anlatır. Yazarımız bu kitabı kendi çocukluk anılarından esinlenerek yazmıştır. 
     Kitapta olaylar şu şekilde anlatılır. Scout Finch, abisi Jem, babası Atticus, bakıcıları Calpurnia ve arkadaşı Dill ile geçirdikleri yaz ve okul dönemlerini bu dönemlerde neler yaşadığını ne hissettiğini yalın bir dille fakat çarpıcı düşüncelerle ifade eder.
      Scout, abisi Jem, babası Atticus ve bakıcısı Calpurnia ile Maycomb da yaşamaktadır. Annesi o çok küçükken ölmüştür. Atticus, çocuklarını adalet, eşitlik, hoşgörü gibi evrensel kavramlarla yetiştirmek isteyen onurlu bir avukattır. Çocuklarını kız kardeşi Alexandra aksine bir tarzda yetiştirmek ister. Alexandra geleneklerine bağlı, ailesinin geçmişiyle övünmeyi seven, kadınlara yüklenen ve sadece onlardan beklenen hareketleri, sorumlulukları savunan ve bunu Scout'a da aşılamaya çalışan bir kadın olarak çıkar karşımıza. Alexandra, Scout'un abisi ve babası giyinmemesi gerektiğini, arkadaşlarıyla yumruklaşmadan oynaması gerektiğini, hanımefendi ve  "beyaz" bir kadına yakışır şekilde hareket etmesini ister. Onun bu ölçüler dışında hareket etmesine dayanamaz. Erkek kardeşini Scout'u yanlış yetiştirmekle eleştirir ve  "zenci" daha doğrusu  "siyahî" bakıcı Calpurnia' ya onları teslim etmekle suçlar. Çünkü o da birçok Maycomblu gibi "beyaz-siyahî" ayrımı yapmaktadır.
    Scout ailesiyle beraber yaşadığı huzurlu zamanları bir "zencinin" haksız yere suçlanmasıyla yitirir. Suçlanan zenciyi Atticus savunacaktır ve bu durum kasaba halkının Finch ailesine tepki göstermesine sebep olur. Her şeye rağmen davayı bırakmayan ve insanlara ayrımcılığın kötü bir şey olduğunu göstermek adına Atticus davasını sonuna kadar savunur. Bu süreçte kendisi yıpransa bile çocuklarının üzülmesini istemeyen Atticus onları diğer insanlar ne derse desin kaba davranmamaları konusunda uyarır. İnsanların düşüncelerine katılmasalar bile saygı göstermelerini öğütler.
      Ve kitabımızın konusu; ırkçılık, ayrımcılık, eşitlik gibi görünen eşitsizlik, Hindistanda görülen kast sistemi gibi yapılan Cunningham, Ewell, Metodist sınıflandırması ve beyaz-zenci karşıtlığı üzerinden insanların birbirlerinin üzerinde kurduğu baskıyı, farklarımız da aramamız gereken benzerlikleri "İstediğin kadar saksağanı vur vura bilirsen ama unutma  bülbülü öldürmek günahtır." temel yargısıyla ve kitabın başlığı olarak ele alınmaktadır.

      Jem "Yalnızca tek bir tür insan varsa, o zaman neden hiç geçinemiyorlar? Hepsi birbirine benziyorsa, niçin özel bir çaba harcayarak birbirlerini aşağılıyorlar?(Sy.286)diye soruyordu kendine. Bende size sormak istiyorum.
İnsanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran özelliği nedir? Beyaz olması mı? Siyahî olması mı? Türk, Kürt, Arap, İngiliz, Fransız, Japon, Hintli, Amerikan, İtalyan, Rus... Olması mı? Hayır. Çünkü insan duygularını, vicdanını, aklını kullanabildiği sürece insandır. İradeli davranıp sorumluluklarının farkında olabildiği ve yaptıklarının sonuçlarına katlanabildiği sürece insandır. İnsan bir "Yin Yang" misalidir. Neden mi? Çincede kâinatın düzeniyle ilgili kozmik enerjinin iki kutbuna Yin(negatif) ve Yang(pozitif) denir. Bu iki kutup, eril ve dişi, katı ve boyun eğen, güçlü ve zayıf, karanlık ve aydınlık, gizli ve açık gibi buna benzer karşılıkları olan ve birbiriyle tezatlık oluşturarak meydana gelen her şeyin adıdır. Bu iki güç birbirinden bağımsız olamaz yani insanları değerlendirirken tezatlardan oluştuğunu bilerek değerlendirmek gerekir.
      Atticus;" Bir insanı anlayabilmek için, o insanın baktığı açıdan bakmayı becerebilmelisin. Kendini onun yerine koyup her şeyi onun gördüğü gibi görmelisin..."(Sy.40) diyor.  
Oysa günümüzde bunlar yokmuş gibi davranıyoruz. Empati kurmak yerine ön yargılarımızın esiri olup o insanı, durumu, eşyayı, olayı yaftalıyoruz. Tıpkı kitaptaki "Öcü Radley" gibi... Onu anlamak ne düşündüğünü, ne hissettiğini duyumsamak yerine "öcü","kötü","ahlaksız" gibi yakıştırmalarla kafamızda çoktan kodluyoruz. Ve ne acıdır ki o kodlamayı artık değiştiremiyoruz adeta tabulaştırıyoruz. İnsanların kendi kabuklarına çekilmesine sebep oluyoruz ve daha sonra böyle davrandığı içinde bir damga daha yapıştırıyoruz. Oysaki fark etmemiz  gereken o insanı bizim bu hâle getirmemiz olduğudur. Ama biz bunu anlamıyor bu o insanda var olan bir özellikmiş gibi eleştiriyoruz. İnsanların eylemlerinin sebebini sorgulamıyoruz ve biz sorgulamadıkça onlarda yaptıklarını normalleştiriyor. Bu sefer ortaya "suç" çıkıyor ama kimse bu suçu kendi elimizle ilmek ilmek işlediğimizi bilmiyor daha doğrusu anlamıyor. Derinlemesine düşünmüyorlar. Normalleştirdiğimiz her şey vicdanımızdan bir şeyler eksiltiyor aslında. Önceden kötü bulduğumuz durumlara normal, olabilir gözüyle bakıyoruz. Çözümün yokluğunu kabul ediyor ya da ettiriliyoruz. Çözüm bulunmamasına ya da bulunan çözümlerin yetersizliğine o kadar alıştık, alıştırıldık ki öğrenilmiş çaresizliği uygulamaya başladık. Oysaki vicdan çoğunluğun kararını gerektirmeyen herkes de  olması gereken bir özellikti, Atticus'un "Ama başka insanların yüzüne bakabilmek için ilk önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır."(Sy.135) dediği gibi.  Vicdanımızdan gün be gün uzaklaştıkça Bayan Maudie'nin "Aklı başında hiç kimse yeteneği var diye gururlanmaz."(Sy.127) sözünü es geçip sözde yeteneklerimizle o yeteneğe sahip olmayanları eziyoruz. Kendilerini beceriksiz, yeteneksiz hissetmelerine sebep oluyoruz ve bunu vicdansız bir şekilde yapmaktan hiç çekinmiyoruz. Bunu öyle acımasızca yapıyoruz ki yetiştirdiğimiz nesillerde bu öğretiyle büyüyüp, insanları ezmeyi, üzmeyi, ötekileştirmeyi kendine hak bayram biliyor. Acınası hallerimizi diğer insanlarda görüp gülsün diye "trol" adı altında kaydediyoruz. Teknoloji çağında yetişen nesle bir kötü tohum daha ekmiş oluyoruz. Üstelik bunu öyle bilinçsizce yapıyoruz ki en acınası yanlarımızdan biri oluyor. İnsanlara aptal, çirkin, fakir ya da "zenci" diye acımak yerine bu hallerimize, düşüncelerimize ve gidişatımıza acısaydık şu an bu yazıyı yazıyor, bu halimizi değerlendiriyor olmazdım.
      Kitabımızın temel yargısını Atticus şu şekilde dile getirmişti; "İstediğin kadar saksağanı vur vura bilirsen ama unutma bülbülü öldürmek günahtır."(Sy.117) Peki ya bülbülü öldürmek neden günahtır? Hiç düşündünüz mü? 
Bayan Maudie bunu şu şekilde açıklıyor; 
     "Bülbüller bizi eğlendirmek için şarkı söylemek dışında hiçbir şey yapmaz. İnsanların bahçelerindeki bitkileri yemezler, mısır ambarlarına yuvalamazlar,  tek yaptıkları iş bize içlerini dökmektir. İşte bu yüzden bülbülleri öldürmek günahtır."(Sy.117).
      Kitabımızın temel yargısında geçen saksağan Atticus'u temsil etmektedir. Bir zencinin avukatlığını yapmakla kalmaz kendisine yapılan her yaklaşıma karşın sakin davranır. Erdemli, düzgün ve vicdanlı insanı temsil eder. Haksız yere suçlanan zenci Tom ise bülbülü temsil etmektedir. Ve saksağanın tüm savunmalarına rağmen suçsuz zenci bir insan, beyaz bir insanla karşı karşıya olmasının bedelini canıyla öder. "İnsan arkadaşlarını seçebilir ama ailesini seçemezmiş, aileni kabul etsen de etmesen de onlar senin akrabandır, kabul etmediğin zaman aptal durumuna düşersin."(Sy.283) diyen Atticus yaptıklarımızı değerlendirmemizi vurguluyor bize. Ve doğduğumuz günden bu yana bazı seçim haklarımızın olmadığını bazı şeyleri doğuştan getirdiğimizi anlatmak istiyor. Cinsiyetimizi biz seçmedik, ten rengimizi, göz rengimizi, ailemizi, ismimizi hatta hayata başladığımız o ilk günü bile biz seçmedik. Ama bizim için seçilmiş her şeyi yine  biz yaşadık. Sonuçlarını biz gördük. Ailemizi, akrabalarımızı kendimizin  seçemediğini kabullenen insanlar diğer insanları yaftalamayı bırakırken bunu kabul etseler bile beyaz-zenci diye ayrım yapanlar aptal durumuna düştüklerini göremeyecek kadar körleşirler. Oysaki bahsi geçen bu iki renkte diğer tüm renklerin birleşiminden oluşur. Yani aynı renklerin karması olmamıza rağmen farklı birer yansıması olduğumuzu kabul etmeyiz. Belki de fark edemiyoruz bilemiyorum ama kendimizi bu farkındalığa kapattığımız çok belirgin. 
       Günümüzde bu ayrımcılığın yapılmadığını düşünenler olabilir. Ama onlara hatırlatmak istediğim bir şey var. Günümüzde bu ayrımcılık birebir yapılmıyor gibi gözükse de subliminal mesajlar yoluyla "zenci", "negro" diyerek kışkırtılıp toplum dışına itilmeleri ve daha önce yapıldığı gibi köle olarak kullanılmaları amaçlanan bu insanlara teknoloji çağı da ürettikleri telefonlara rengine göre fiyat vererek desteklemektedir. Beyaz üretilen telefonlar pahalı satılırken siyah üretilen telefonlar daha ucuz satılmaktadır. Bu durum,
 "Bay Underwood'un Tom'un öldürülmesini ötücü kuşların avcılar ve küçük çocuklar tarafından öldürülmesi gibi saçma bir katliama benzetmesini"(Sy.303) doğrular. Seçme şansımızın olmadığını kabullenemeyen insanlar tüm bu yazılan çizilenlere rağmen gözlerini kapayıp bildiklerini yapmaya ve aptal durumuna düşmeye devam ederler.
Ama:
Tüm bu yazılanların farkında olanlar bilirler ki "BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK GÜNAHTIR..."


         "Ad Astra Per Aspera"(Nice badireler atlatıp yıldızlara ulaşmak)

                      Nice badireler atlatsanız da yıldızlara ulaşmanız dileğiyle...



 ABG 

29 Ocak 2019 Salı

GİBİ GİBİ 
Yanımda olmanı istiyorum diyemediğim için "Bu yağmur içimi ıslatıyor" dediğimi nasıl anlamaz? Düpedüz "Sarıl bana"dedikten sonra sarılmanın ne anlamı kalır? der Livaneli... 
Söylebildiklerimizden daha fazlasının anlaşılmasını nasıl da çok istiyoruz değil mi ? Tıpkı kafamızda canlardığımız hayallerin, biz hiç hayal etmemişiz gibi gerçekleşmesini istediğimiz gibi ...
Hayatlarımız benzetmeler üzerine kurulmuş, hayallerimiz gerçekleşmediği sürece de büründürdüğümüz roller tarafından gerçekleşiyormuşcasına göründüğü gibi...

☆ABG☆