18 Temmuz 2018 Çarşamba

OKUMA KÖŞEMİZDE BUGÜN 




KÜÇÜK BİR BULUT
Özet
James Joyce ’un Dublinliler adlı kitabının bir başka öyküsü olan ‘’Küçük Bir Bulut’’ bizlere İrlandalı Dublin’de yaşayan Küçük Chandler’ın  (TommyChandler) eski bir arkadaşıyla sekiz yıl sonra karşılaşıp buluşmasını ve onun hayatını dinleyip, hareketlerini gözlemledikten sonra kendini sorgulamasını anlatır.
       Küçük Chandler Dublin’de King’sInns’de (Dublin/İrlanda’da bir hukuk fakültesi) çalışmaktadır. İki yıllık bir evliliği ve bir oğlu vardır. Küçük Chandler denmesinin sebebi görünüş olarak ufak tefek, nazik ve çelimsiz bir adam olmasından kaynaklanır. Sekiz yıl önce North Wall’dan uğurladığı arkadaşı IgnatiusGallaher Londra basınında önemli bir gazeteci olmuştur. Ve Dublin’e yapacağı bir ziyarette Küçük Chandler’la görüşmek ister. King’sInns de masasında otururken bu sekiz yılın getirdiği değişiklikleri düşünür Chandler. Yoksul ve partal bir halde tanıdığı arkadaşı şimdi Londra basınında pırıl pırıl başarılı bir kişi olmuştur. Dünyayı gezmiş farklı şehirleri görme fırsatı bulmuştur. Kendisi ise Dublin’de yaşamaya devam etmiş bu şehrin verdiği küçük, renksiz hayata boyun eğmiş ve Dublin’in esaretinden kurtulamamıştır. Arkadaşı Gallaher’la bir araya gelmiş onun şatafatlı hayatını, hayat tecrübelerini, şehirlerde gördüğü ahlaksızlıkları dinlemiştir. İçten içe onu kıskanmış ve onun hayatına öykünmekten kendini alamamıştır. Eğitim ve aile bakımından Gallaher’dan daha iyi bir konuma sahip olduğu kesindir. Fakat onun yükselmesine başarı göstermesine engel olan çekingenliğidir. Gallaher’dan ayrıldıktan sonrada içten içe kendini sorgulamaya devam eder. Neden evlendiğini? Neden hayalini kurduğu şiir kitabını yazmadığını ve büyük kitlelere hitap edemediğini? düşünür. Hem kendisine hem de çevresine öfkelenir. Evine gittiğinde Annie’ye söz verdiği kahveyi almayı unuttuğu için Annie’nin kızgınlığıyla karşılaşır. Daha sonra Annie çay almaya gider ve bebeği Chandler’a verir. Bu sırada Chandler kendini ve içinde yaşadığı bu hayatı sorgulamaya devam eder. Bebek uyanıp ağlamaya başlayınca Chandler telaşlanır ve onu susturmaya çalışır fakat beceremez. Öfkesine yenik düşerek bebeğe bağırır. Bunun üzerine korkan bebek daha çok ağlamaya başlar ve Annie gelip bebeği alır. Chandler gözlerine pişmanlık gözyaşları dolmuş bir şekilde bebeğinin sakinleşmesini bekler.


VAROLUŞÇULUK, JAMES JOYCE ve DUBLİNLİLER’E UZANIŞ
Varoluşçuluk
Varoluşçuluk, insanın varoluşuyla doğal nesneler arasındaki zıtlığını vurgulayan, irade ve bilinç sahibi insanların nesneler dünyasına fırlatılmış olduğunu öne süren bir düşünce okuludur. Fakat varoluşçuluğa kesin net bir tanımda bulunamayız. Bu düşünce tarzını savunan Heidegger insanın varoluşunun temel aşamaları olan duyumsama, anlama ve konuşmayı öne sürer. Sartre’ da bu düşünceleri benimser ve o da insanın bu dünyaya fırlatıldığını savunur. İnsan özgürlüğüne inanır ve insanların davranışlarından sorumlu olduğunu dile getirir. Marcel’e göre ‘’İnsan özgürlüğüyle sınanır; insan tanrının varlığını benimseyerek özüne ulaşırsa mutlu olur.’’ der. Nietzsche’ye göre ise durum tam tersidir. Tanrının olmadığı bir dünyada iyi olabilmek ve yeni bir değerler bütünü oluşturmayı savunur. Ve ek olarak insanın yalnızlığına değinir.
 Varoluşçu filozofların amacı öznel, tikel ve kısmi olmaktır. Yani düşünen duyarlı özünü tamamlamış sorularının cevaplarını alabilen varlıklar olmak ve o varlıkların oluşturduğu bir toplum yapısı kurmaktır. Varoluş başkasına anlatılarak yapılan bir şey değildir. Bir deneyim ürünüdür ve varoluşuna ulaşmak isteyen, insandan insana değişebilir. Varoluşun özüne dair birçok tanım yapılabilir ama temelini umut oluşturur. Umudu temel alan bir dinamizmdir. Varoluşçuluk ölüm dâhil birçok konuyu özümser ve kabullenir.
            Varoluşçuluk insanın kendine yaptığı bir yolculuktur. Jean Paul Sartre göre; ‘’Varoluş özden önce gelir ve her bir kimseye bir öz kazandırmayı sağlayacak özgürlükle özdeştir; insan ne ise o değildir, ne olmuşsa odur. İnsan kendini kendi yapar.’’ Bu yolculuğa çıkış temelde şu iki soruyla başlar; Ben kimim? Neden buradayım? İnsanlar özlerini bu sorularla aramaya başlarlar ve cevapladıkça kendilerini keşfettikçe, Ne yapmak istiyorum? Nerde olmak? Nasıl olmak istiyorum? Sorularıyla bu yolculuğa devam eder ve ölümle sonlanan bu yolculuğu tamamlar.

James Joyce
James AugustineAloysius Joyce 1882’de Dublin’de doğdu. Çocukluğu kalabalık bir aile içinde zorluklarla geçmiştir. 1941’de Zürih’te hayata veda etti.
     James Joyce göre insanın her şeyden önce kendi karşısında bir varlık olması çok önemlidir. Kendisine karşı savaşı olmayan bir insan, kötünün yanında iyiyi, yalanın karşısında doğruluğu nasıl savunabilir ki?
      Çocukluğumun temel sorunlarının başında insan olmak geliyor diyen Joyce ‘’Hepimiz doğarken insanız peki ya ölürken? diyerek bizi düşünmeye ve özümüzü bulmaya iter. Şüphesiz ki insanlık onuru hepimizin onurudur ve bu onurun dini, dili, ırkı, cinsiyeti, büyüğü, küçüğü yoktur.

James Joyce Romanları Üzerinden Varoluş
James Joyce, Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir, William Shakespeare, Mihail Fyodor Dostoyevski, Franz Kafka, Virginia Woolf ve diğer varoluşçu yazarlarımızın neden yazınsal yapıtlarla varoluşçuluğu anlatıkları merak edilen sorular arasındadır. Bunun cevabını şu şekilde açıklayabiliriz. O dönemin insanları ve özellikle kadınları baskı altındadır. Her biri içten içe varoluşçu davranışlarla kendilerini sınarlar fakat tam anlamıyla bir değişim gösteremezler. Daha doğrusu bu sorgulamaların varoluşla ilgili sorgulamalar olduklarının farkına varamazlar. Yazarlarımız bu noktada devreye girerler ve okurlarına, insanlara kendilerini sorgulamayı, kendi varlıklarına yönelmeye iterler. Bunu yazınsal yapıtlar yoluyla karakterler üzerinden düşündürtürler. Çünkü yazın karakterler yoluyla düşünceyi somutlaştırır. Yine yazın yoluyla güçlü duyguları ortaya koyar. Varoluşçuluğun öncelediği ilke ve düşünceleri baz alarak ‘’Varoluş ve Roman’’ anlayışını oluştururlar.
       James Joyce’nin romanları hakkında Orhan Pamuk şu cümleyi kurar; ‘’Zola’nın metni bir babanın elimizden tutarak bize; bak şu binaya ve düşün demesine benzer. O binanın anlamını belki apaçık söylemez ama sezdirir. Joyce ’un metni ise bizi, o binanın duvarına çarptırır. Metin uzaktan gülümseyerek bakar ve karşısında yapayalnız kalırız.’’ demiştir.

Dublinlilere Uzanış
James Joyce ‘un  ‘’Dublinliler’’ adlı öykü kitabı ilk olarak1914’de Londra’da basılmıştır. On beş farklı öyküden oluşan bu kitap İrlanda’nın Dublin şehrinde yaşayan insanlarını anlatır. Dublin şehri küçük taşra halkından oluşan maddi ve manevi özgürlükleri insanlara pek tanımayan bir şehirdir. Dinin toplumsal yaşamda kurduğu hâkimiyeti, yoksullukları, ekonomik bağımsızlığı olmayan insanların mahkûmiyeti, özgürleşememesi, acıyı, kederi, baskıyı ve bunalmışlığın sonucunda yabancılaşan insan hayatlarını ele alır. On beş öykü birbirinden bağımsız görünse de temel noktaları aynıdır. Dublin şehrinin insana getirileri ve yaşattığı ruhsal bunalım durumunu ortaya koyar. Her öykü Dublin şehrinin bir başka özelliğini anlatarak son bulur. James Joyce Dublin şehri hakkında şu sözleri dile getirir. ‘’Eğer Dublin’den çıkmasaydım asla bir sanatçı olamazdım.’’ Dublinlilerde çocuk yaşta bünyelere belli bir takım fikirler aşılanarak, çocuklara asıl istediklerini seçme hakkı verilmez. Toplumun oluşturduğu normları aşamayan bu bünye gençliğinde ve yetişkinliğinde düşünmeye başlayıp kendi normlarını ortaya koymak ister. Varoluşçuluk ilkelerinden ‘’Ben ve Öteki’’ ile karşılaşan bünye ‘’Toplum ve Birey’’ ilkesini aşamadan bir toplum baskısı görür ve özüne kavuşamaz. Çünkü varoluşçuluğu nihilizmden ayıran tek fark düşündüklerini eyleme geçirebilmektir. Dublinliler adlı öykü kitabı düşündüklerini eyleme geçiremeyen karakterlerden oluşur ve bu karakterlerin şehrin tutsaklığına boyun eğmesiyle tüm öyküler sona erer.

KÜÇÜK BİR BULUT

Taşra Kültürünün Etkileri
Öyküde ilk olarak taşra betimlemeleri dikkati çeker. ’’Bir sürü kirli çocuk sarmıştı sokağı. Yol ortasında duruyor ya da koşuyor, esner gibi açık duran kapılara doğru merdivenlerde sürüyor ya da fareler gibi eşiklerde çömeliyorlardı. Bu minik haşaratsı hayatın arasından ve Dublin’in eski soylularının bir vakitler sefa sürdüğü somurtkan ve hortlağımsı malikânelerin gölgesinden sıyrılarak yürüdü. “Dublin şehri sessiz, sakin derinden akan bir şehirdir. Şehrin bu havası insana da yansımış taşra kültürünü oluşturmuştur. Taşra kültüründe yetişen insanlar taşra toplumunun kurallarıyla yaşarlar. Ve geneli bunu aşamadığından taşralı olup çıkar. Taşralılar genel olarak ahlak kurallarına düşkün dinine bağlı aşırılıktan hoşlanmayan zevk ve eğlence yerlerini ve bu anlayışı hoş karşılamayan insanlardan oluşur. Taşra insanının gündelik hayatını toplumsal normları ve cebindeki parası yani ekonomik durumu oluşturur. Ekonomik açıdan iyi durumda olmayan taşra toplumu özgürlüğe de bu noktadan müdahale eder. ‘’Para arttırmak için hizmetçi tutmuyorlardı… Daha eşyaların taksiti bitmemişti…’’Alıntılarında da bizlere durumu özetler niteliktedir. Çünkü taşra toplumundan kurtulmak isteyen insanın (yani Chandler) ekonomik açıdan yüksek bir gelir elde etmesi ve özgürlüğüne giden yolların açılması gerekir. Dine bağlılık ikinci baskın özelliktir. Taşra insanı bağlı olduğu dinin getirilerine inanır ve uygulamaya çalışır. ‘’Senin gibi dindar heriflere göre değil Tommy. ‘’(sy.82) Üçüncü baskın özellik ahlaktır. Ahlakı genel olarak dinle pek ayırmazlar. Küçük Bir Bulut’ta ahlak üzerine sorgulamalar Küçük Chandler ve Gallaher arasında yapılan bar sohbetinde geçer her yerin ahlaksızolduğundan bahsedilir. Öyle ki bu bahis de en ahlaksız şehir sıralaması bile yapılır. Taşra topluluklarında da ahlaksızlıklar vardır hatta baskıdan dolayı daha fazladır fakat gizleme yönünden başarılıdırlar. Taşraya bağlılık ise ’İnsanın yaradılışında var ister istemez seviyor.’(sy.84) diyerek açıklanmıştır.

Ben- Küçük Chandler ve Öteki- Gallaher
İlk çağlardan itibaren ‘’Ben’’ ve ‘’Öteki’’ konusu çok tartışılmıştır. Ben insanın başlangıç noktasıdır, insan hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya ben olgusuyla başlar.”Ben” olgusundan kasıt, kendini anlamış, anlamlandırmış, özüne ulaşmış ve bu özü başka benlere aktarabilmiş insandır.Çünkü insan dünyayı, nesneleri, olayları kendi benliğinin üzerinden algılar. “Chandler hangi düşünceyi dile getirmek istediğini pek bilemiyordu, ama şiirsel bir anın ona dokunduğu fikri bir yavru umut gibi canlandı içinde. Yoluna kahramanca devam etti. Zihninin ufkunda bir ışık titreşmeye başladı. Mizacının vurgulu notası melankoli idi, kendi yorumunca, ama gelip giden bir iman ve kendini bırakma ve sade bir sevinçle dengelenen bir melankoli.“(sy.79) Chandler’ın duygulu bir yaradılışı vardı. Gallaher’la buluşmaya karar verdiği ilk andan itibaren benliğine doğru bir yolculuğa çıkmıştı fark etmeden. Yaşadığı hayat aslında onun istediği değil ama alıştığı hayattı o daha duygusal bir insandı ve bu duygusallığının getirisiyle şiirler yazmak kitaplar oluşturmak istiyordu. Fakat tüm bunların önünde duran en büyük engeli çekingenliği ve utangaçlığıydı.
            Ben ve öteki sorunu  “ben“in başka bir  “ben“ ile ayrılığından ortaya çıkarak  “öteki“yi oluşturur. İnsan kendi benliğini bulduktan sonra bunu bir başka  “ben“le değerlendirmek ister. Bu doğal bir durumdur ve insanın kendini değerlendirip, gerçekten ne istediğine karar vermesi bakımından önemlidir. Çünkü insan bir başkası olmadan sevemez verdiği karaların doğruluğunu ölçemez. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış olmadan sen olmaz. Tıpkı Martin Buber’in söylediği gibi  “Diğer insanları kendimizden yola çıkarak buluruz. “
        “Ben“ kendi  “öteki“sini oluşturur. Fakat bazı durumlarda bu  “öteki” yi oluşturmak tehlikeli olabilir. Çünkü   “öteki“  , “ben“ in bir yansıması olarak düşünülür. Bu ayrılık özne nesne ayrılığı değil öznenin özneden ayrılığıdır. Bu ayrılık sonucunda karşıtlık doğar. Öteki kavramının temsilcisi olan Gallaher birçok yeri gezip görmenin ve hareketli hayatın izlerini taşır. Kendini gerçekleştirmiş kötü bir hayata sahipken olumsuz bir gençlik yaşamışken durumun farkına varmış kendisine o muhteşem soruyu sormuştur. Ben kimim? ve Ne yapmak istiyorum? Çekingen ve utangaç bir karakteri de olmadı için istediği yolda yürüme fırsatı bulmuştur.
         Ben ve ötekinin karşılaşması Chandler ve Gallaher’ın bir araya gelmesiyle ortaya çıkar. Birbirine zıt iki karakterin temsilcileridir. Ve Chandler çekingen olmayıp kendini gerçekleştirebilen ötekisine kızmış onu kıskanmıştır. Onunla karşılaşmak duygulu yaradılışının dengesini bozmuş ve onu uyuduğu bu uykudan uyandırmıştır adeta. Gallaher’ın hayatı zaferlerle doludur ve bunların kendisine verdiği bir özveri vardır. Chandler gibi küçük bir hayatı ve buna tamah eden duyguları yoktur. Bu yüzden bir zamanlar dostu olan insanlara tepeden bakar ve bu bakış Chandler’ı rahatsız eder. Arkadaşıyla yaptıkları bu buluşma sonucunda Chandler ötekisini görmüştür ve ötekisinin ışığında kendine bakmıştır ama gördüğü bu yansımadan hiç memnun kalmamıştır.

Özgürlük
Varoluşçuluğun en önemli ilkelerinden biri şüphesiz ki özgürlüktür. İnsan düşündüklerinde ve eylemlerinde özgür olabildiği sürece varoluşunu tamamlar. Ve varoluşçu bir insan olur. Chandler düşüncelerinde özgür olan iç monologlarıyla yaşayan bir karakterdir. Arkadaşı Gallaher’ın yanına giderken bu monologlar içinde hiç susmaz. Kendini aşma yaşadığı hayattan uzaklaşma isteği içerisinde “Kendi ağırbaşlı ve sanat dışı hayatının uzağına…” gider birkaç saatliğine.
         Sartre insanın bir durum içinde olduğunu dile getirir. Yani insanın oluşturduğu bir çevresi ve geçmişi vardır. Ve tabi buna anlam veren yine insanın kendisidir. İnsan istediklerini özgürce dile getirir. İnsan hayatı hep bir seçimden oluşur. Bu seçim özgürlüğü ölümüyle son bulur. Öykümüzde ise bu özgürlüğün sona erişi ölümle değil bir bebeği ağlatmış olmanın pişmanlığıyla sonlanır.
 “Manzarayı seyrederek hayatı düşündü ve (hayat üstüne düşününce hep olduğu gibi) hüzünlendi.”(sy.77) Sartre’ın bilinç yoluyla insan saf bir huzur içinde durabilir sözü öykümüzdeki bu alıntıyı destekler. Kimi zaman hayatımızdaki olumsuzlukları düşünür ve huzursuzluğa kapılırız bilinç tam da bu noktada devreye girer ve bizim düşünüp olayları anlamlandırmamızda ve mantıklı yaklaşımlarda bulunmamızda yol gösterici olur. Hayat üzerine düşünce ister istemez hüzünlenir ama yine de bir huzur buluruz.
        “Bu soruyla odaya geldi ve sinirli sinirli bakındı odaya. Evine taksitle aldığı güzel eşyalarda bayağı bir şey vardı. Annie kendisi seçmişti bunları, dolayısıyla onu hatırlatıyorlardı. Hayatına karşı soğuk bir öfke kabardı içinde. Bu küçük evinden kaçamaz mıydı? Gallaher gibi kahramanca yaşamayı denemeye çok mu geç kalmıştı? Londra’ya gidemez miydi? Daha eşyaların taksiti bitmemişti.”(sy.89) Bu kısımda yaşadığımız evin ve kullandığımız eşyaların bile bize yabancı gelebileceği ve bizim seçimimiz olmadan alınışı göze çarpar. Karşımızdaki öyle istiyor diye hareket etmenin sonucunda o an göze batmayan ama sonradan öfke uyandıran bir farkındalıktır bu. İnsan bu noktada özgürlüğünün kısıtlandığını ve özgürce karar veremediğini iliklerine kadar hisseder. Bu his derinlerde bir acı ve dışarıya karşı bir isyan durumunu oluşturur.
       Tıpkı Dostoyevski’nin söylediği gibiydi. Küçük Chandler eylemlerinde özgür değildi ancak özgür olmayı isteme bilincindeydi. Gallaher’la karşılaşması onu çok etkilemişti. Öyle ki hayatı üzerinden düşünmeye ve tıpkı onun gibi özgür, tanınan belli kitlelere hitap eden, bir insan olmayı istemişti ama ne var ki bunu eyleme dökemiyordu. Chandler’ın bu özgürlük anlayışı Gallaher’ın ki kadar baskın bir anlayış değildi. Çünkü Gallaher kadar cesur değildir ve eleştirel bir tutumu yoktur. Ayrıca ne kadar özgür olmak istese de yalnızlığı göze alamayacak bir çekingenliğe sahiptir ve alışkanlıklarına bağlanmış bir insandır.



SONUÇ

Küçük Bir Bulut öyküsünde kimilerine göre küçük insanların acısı dile getirilmiştir. Büyük olmanın, başarıların bazı banalliklere sebep olduğu hissettirilmiştir. Küçük bir yaşam ve güvensizlik içinde kurulan hayatın yine aynı düzende devam edişi görülmüştür.
          Bana göre ise Küçük Chandler üzerinden düşünmeyi empati kurarak onu kendimizle özdeşleştirmeyi hayatımıza bu açıdan bakmamızı ister James Joyce. Küçük bir şehirde taşralı bir toplumda çok yüksek olmayan ekonomik bir konumda belli bir takım sorumluluklar alarak onları yerine getirmeye çalışan Küçük Chandler kendi varoluşunu tamamlamayı ertelemiş ve tamamlayamadan bundan pişmanlık duyarak vazgeçmiştir. Bizde gün içerisinde belli olaylar karşısında kaldığımız zamanlarda ya da geçmişimizden birini görünce kendimizi sorgulamaz mıyız? Hepimizin hayatında küçük bir bulut huzmesi oluşur elbet, Chandler’da da olduğu gibi. Onun küçük bulutu içindeki melankoliyle kimilerinin belki de kelt tonu diye adlandıracağı şiirler yazmaktı. Tüm topluma hitap edemese de belli bir kesime hitap etmek istiyordu. Fakat bu isteğine engel olan birkaç sebep vardı ve bu sebepler düşünüp sorguladığında onu öfkelendiren sebepler olmuştu. Bu sebeplerin başında taşra hayatı yani Toplum-Birey ilişkisi geliyordu. İkinci olarak ise toplumla birlikte ortaya çıkan ve Tanrı-İnsan olarak değil de Tanrı-Toplum olarak düşünülen din ve ahlak anlayışı vardı. Çünkü Küçük Chandler dindar bir adamdı. Fakat öyküde bu yönü ağır basmaz ve Gallaher’la sohbeti dışında pek hissedilmez. Üçüncü sebep ise Ben ve Öteki çatışması sonucu oluşan sorgulama ve ulaşılamayan özgürlüktür. Dördüncüsü en doğal ve onun özünü oluşturan her şeyi belki de bu sebebe bağladığı çekingenliğidir.  Peki,Chandler’ın çekingenliği ile açıkladığı bu durum benim özümde veya sizin özünüzde ne tür bir açıklama bulmakta? Sanırım bu öyküyü okuduğumdan beri bu sorunun cevabını düşünüyorum ve şu şekilde yanıt verebiliyorum. İnsanların yani düşünen insanların düşündüklerini eylemleştirememesi yüksek oranda çekingenlik ve bulunduğu duruma alışma olabilir. Çünkü insanlar alışkanlıklarını kolay kolay değiştiremezler. Değişimi ne kadar isteseler de aslında bu değişimden ve getireceği sorumluluklardan korkarlar. Kimi zaman ise bu, üstüne çok düştükleri bir konu olmaz. Bazı zamanlarda hatırlanan ve o an büyük bir istekle istenen ama sonrasında hiçbir şey yapılmayan eylemleşemeyen bir durum olarak kalır. Tıpkı Chandler’ın içselleştirdiği gibi. Bu çekingenlik şu şekilde aşılabilir. Kendi içlerindeki monologları tamamlayan insanlar dışarıdan gelecek bir soruyla bu monoloğu cevaba dökebilir. Ve fark etmeden hedeflerine ulaşmak için, iç dünyasının gerçek hayatına yansımasında önemli bir adım atmış olur. Chandler’ın “Küçük Bir Bulut” olayı sorgulamasının bir güne hatta bir geceye ait olması ve kısa bir zaman diliminde kendi özünü kabul edip bundan pişmanlık duyarak sonlandırmasıyla gerçekleşmiştir. Bu olay onun hayatından  “Küçük Bir Bulut “ olarak geçip gitmiştir.

       Bendeniz ve sizlerde düşüncelerinizin küçük bulutlarla sınırlı kalmasına ve hayatınızdan geçip gitmesine izin vermeyin! Onları eylemlerinizle büyük hareketlere  dönüştürün!
                                                                                          
                                                                                  Asude Büşra GÜZEL...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder