KÜÇÜK BİR BULUT
Özet
James Joyce ’un Dublinliler adlı kitabının bir başka
öyküsü olan ‘’Küçük Bir Bulut’’ bizlere İrlandalı Dublin’de yaşayan Küçük
Chandler’ın (TommyChandler) eski bir
arkadaşıyla sekiz yıl sonra karşılaşıp buluşmasını ve onun hayatını dinleyip,
hareketlerini gözlemledikten sonra kendini sorgulamasını anlatır.
Küçük
Chandler Dublin’de King’sInns’de (Dublin/İrlanda’da bir hukuk fakültesi)
çalışmaktadır. İki yıllık bir evliliği ve bir oğlu vardır. Küçük Chandler
denmesinin sebebi görünüş olarak ufak tefek, nazik ve çelimsiz bir adam
olmasından kaynaklanır. Sekiz yıl önce North Wall’dan uğurladığı arkadaşı IgnatiusGallaher
Londra basınında önemli bir gazeteci olmuştur. Ve Dublin’e yapacağı bir
ziyarette Küçük Chandler’la görüşmek ister. King’sInns de masasında otururken
bu sekiz yılın getirdiği değişiklikleri düşünür Chandler. Yoksul ve partal bir
halde tanıdığı arkadaşı şimdi Londra basınında pırıl pırıl başarılı bir kişi
olmuştur. Dünyayı gezmiş farklı şehirleri görme fırsatı bulmuştur. Kendisi ise
Dublin’de yaşamaya devam etmiş bu şehrin verdiği küçük, renksiz hayata boyun
eğmiş ve Dublin’in esaretinden kurtulamamıştır. Arkadaşı Gallaher’la bir araya
gelmiş onun şatafatlı hayatını, hayat tecrübelerini, şehirlerde gördüğü
ahlaksızlıkları dinlemiştir. İçten içe onu kıskanmış ve onun hayatına
öykünmekten kendini alamamıştır. Eğitim ve aile bakımından Gallaher’dan daha
iyi bir konuma sahip olduğu kesindir. Fakat onun yükselmesine başarı
göstermesine engel olan çekingenliğidir. Gallaher’dan ayrıldıktan sonrada içten
içe kendini sorgulamaya devam eder. Neden evlendiğini? Neden hayalini kurduğu
şiir kitabını yazmadığını ve büyük kitlelere hitap edemediğini? düşünür. Hem
kendisine hem de çevresine öfkelenir. Evine gittiğinde Annie’ye söz verdiği kahveyi
almayı unuttuğu için Annie’nin kızgınlığıyla karşılaşır. Daha sonra Annie çay
almaya gider ve bebeği Chandler’a verir. Bu sırada Chandler kendini ve içinde
yaşadığı bu hayatı sorgulamaya devam eder. Bebek uyanıp ağlamaya başlayınca
Chandler telaşlanır ve onu susturmaya çalışır fakat beceremez. Öfkesine yenik
düşerek bebeğe bağırır. Bunun üzerine korkan bebek daha çok ağlamaya başlar ve
Annie gelip bebeği alır. Chandler gözlerine pişmanlık gözyaşları dolmuş bir
şekilde bebeğinin sakinleşmesini bekler.
VAROLUŞÇULUK,
JAMES JOYCE ve DUBLİNLİLER’E UZANIŞ
Varoluşçuluk
Varoluşçuluk, insanın varoluşuyla doğal nesneler
arasındaki zıtlığını vurgulayan, irade ve bilinç sahibi insanların nesneler
dünyasına fırlatılmış olduğunu öne süren bir düşünce okuludur. Fakat
varoluşçuluğa kesin net bir tanımda bulunamayız. Bu düşünce tarzını savunan
Heidegger insanın varoluşunun temel aşamaları olan duyumsama, anlama ve
konuşmayı öne sürer. Sartre’ da bu düşünceleri benimser ve o da insanın bu
dünyaya fırlatıldığını savunur. İnsan özgürlüğüne inanır ve insanların
davranışlarından sorumlu olduğunu dile getirir. Marcel’e göre ‘’İnsan
özgürlüğüyle sınanır; insan tanrının varlığını benimseyerek özüne ulaşırsa
mutlu olur.’’ der. Nietzsche’ye göre ise durum tam tersidir. Tanrının olmadığı
bir dünyada iyi olabilmek ve yeni bir değerler bütünü oluşturmayı savunur. Ve
ek olarak insanın yalnızlığına değinir.
Varoluşçu
filozofların amacı öznel, tikel ve kısmi olmaktır. Yani düşünen duyarlı özünü
tamamlamış sorularının cevaplarını alabilen varlıklar olmak ve o varlıkların
oluşturduğu bir toplum yapısı kurmaktır. Varoluş başkasına anlatılarak yapılan
bir şey değildir. Bir deneyim ürünüdür ve varoluşuna ulaşmak isteyen, insandan
insana değişebilir. Varoluşun özüne dair birçok tanım yapılabilir ama temelini
umut oluşturur. Umudu temel alan bir dinamizmdir. Varoluşçuluk ölüm dâhil
birçok konuyu özümser ve kabullenir.
Varoluşçuluk insanın kendine yaptığı bir yolculuktur. Jean Paul Sartre
göre; ‘’Varoluş özden önce gelir ve her bir kimseye bir öz kazandırmayı
sağlayacak özgürlükle özdeştir; insan ne ise o değildir, ne olmuşsa odur. İnsan
kendini kendi yapar.’’ Bu yolculuğa çıkış temelde şu iki soruyla başlar; Ben
kimim? Neden buradayım? İnsanlar özlerini bu sorularla aramaya başlarlar ve
cevapladıkça kendilerini keşfettikçe, Ne yapmak istiyorum? Nerde olmak? Nasıl
olmak istiyorum? Sorularıyla bu yolculuğa devam eder ve ölümle sonlanan bu
yolculuğu tamamlar.
James
Joyce
James AugustineAloysius Joyce 1882’de Dublin’de doğdu.
Çocukluğu kalabalık bir aile içinde zorluklarla geçmiştir. 1941’de Zürih’te
hayata veda etti.
James
Joyce göre insanın her şeyden önce kendi karşısında bir varlık olması çok
önemlidir. Kendisine karşı savaşı olmayan bir insan, kötünün yanında iyiyi,
yalanın karşısında doğruluğu nasıl savunabilir ki?
Çocukluğumun temel sorunlarının başında insan olmak geliyor diyen Joyce
‘’Hepimiz doğarken insanız peki ya ölürken? diyerek bizi düşünmeye ve özümüzü
bulmaya iter. Şüphesiz ki insanlık onuru hepimizin onurudur ve bu onurun dini,
dili, ırkı, cinsiyeti, büyüğü, küçüğü yoktur.
James
Joyce Romanları Üzerinden Varoluş
James Joyce, Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir,
William Shakespeare, Mihail Fyodor Dostoyevski, Franz Kafka, Virginia Woolf ve
diğer varoluşçu yazarlarımızın neden yazınsal yapıtlarla varoluşçuluğu
anlatıkları merak edilen sorular arasındadır. Bunun cevabını şu şekilde
açıklayabiliriz. O dönemin insanları ve özellikle kadınları baskı altındadır.
Her biri içten içe varoluşçu davranışlarla kendilerini sınarlar fakat tam
anlamıyla bir değişim gösteremezler. Daha doğrusu bu sorgulamaların varoluşla
ilgili sorgulamalar olduklarının farkına varamazlar. Yazarlarımız bu noktada
devreye girerler ve okurlarına, insanlara kendilerini sorgulamayı, kendi
varlıklarına yönelmeye iterler. Bunu yazınsal yapıtlar yoluyla karakterler
üzerinden düşündürtürler. Çünkü yazın karakterler yoluyla düşünceyi
somutlaştırır. Yine yazın yoluyla güçlü duyguları ortaya koyar. Varoluşçuluğun
öncelediği ilke ve düşünceleri baz alarak ‘’Varoluş ve Roman’’ anlayışını
oluştururlar.
James
Joyce’nin romanları hakkında Orhan Pamuk şu cümleyi kurar; ‘’Zola’nın metni bir
babanın elimizden tutarak bize; bak şu binaya ve düşün demesine benzer. O
binanın anlamını belki apaçık söylemez ama sezdirir. Joyce ’un metni ise bizi,
o binanın duvarına çarptırır. Metin uzaktan gülümseyerek bakar ve karşısında
yapayalnız kalırız.’’ demiştir.
Dublinlilere
Uzanış
James Joyce ‘un
‘’Dublinliler’’ adlı öykü kitabı ilk olarak1914’de Londra’da
basılmıştır. On beş farklı öyküden oluşan bu kitap İrlanda’nın Dublin şehrinde
yaşayan insanlarını anlatır. Dublin şehri küçük taşra halkından oluşan maddi ve
manevi özgürlükleri insanlara pek tanımayan bir şehirdir. Dinin toplumsal
yaşamda kurduğu hâkimiyeti, yoksullukları, ekonomik bağımsızlığı olmayan
insanların mahkûmiyeti, özgürleşememesi, acıyı, kederi, baskıyı ve
bunalmışlığın sonucunda yabancılaşan insan hayatlarını ele alır. On beş öykü
birbirinden bağımsız görünse de temel noktaları aynıdır. Dublin şehrinin insana
getirileri ve yaşattığı ruhsal bunalım durumunu ortaya koyar. Her öykü Dublin
şehrinin bir başka özelliğini anlatarak son bulur. James Joyce Dublin şehri
hakkında şu sözleri dile getirir. ‘’Eğer Dublin’den çıkmasaydım asla bir
sanatçı olamazdım.’’ Dublinlilerde çocuk yaşta bünyelere belli bir takım
fikirler aşılanarak, çocuklara asıl istediklerini seçme hakkı verilmez.
Toplumun oluşturduğu normları aşamayan bu bünye gençliğinde ve yetişkinliğinde
düşünmeye başlayıp kendi normlarını ortaya koymak ister. Varoluşçuluk
ilkelerinden ‘’Ben ve Öteki’’ ile karşılaşan bünye ‘’Toplum ve Birey’’ ilkesini
aşamadan bir toplum baskısı görür ve özüne kavuşamaz. Çünkü varoluşçuluğu
nihilizmden ayıran tek fark düşündüklerini eyleme geçirebilmektir. Dublinliler
adlı öykü kitabı düşündüklerini eyleme geçiremeyen karakterlerden oluşur ve bu
karakterlerin şehrin tutsaklığına boyun eğmesiyle tüm öyküler sona erer.
KÜÇÜK BİR
BULUT
Taşra
Kültürünün Etkileri
Öyküde ilk olarak taşra betimlemeleri dikkati çeker.
’’Bir sürü kirli çocuk sarmıştı sokağı. Yol ortasında duruyor ya da koşuyor,
esner gibi açık duran kapılara doğru merdivenlerde sürüyor ya da fareler gibi
eşiklerde çömeliyorlardı. Bu minik haşaratsı hayatın arasından ve Dublin’in
eski soylularının bir vakitler sefa sürdüğü somurtkan ve hortlağımsı
malikânelerin gölgesinden sıyrılarak yürüdü. “Dublin şehri sessiz, sakin
derinden akan bir şehirdir. Şehrin bu havası insana da yansımış taşra kültürünü
oluşturmuştur. Taşra kültüründe yetişen insanlar taşra toplumunun kurallarıyla
yaşarlar. Ve geneli bunu aşamadığından taşralı olup çıkar. Taşralılar genel
olarak ahlak kurallarına düşkün dinine bağlı aşırılıktan hoşlanmayan zevk ve
eğlence yerlerini ve bu anlayışı hoş karşılamayan insanlardan oluşur. Taşra
insanının gündelik hayatını toplumsal normları ve cebindeki parası yani
ekonomik durumu oluşturur. Ekonomik açıdan iyi durumda olmayan taşra toplumu
özgürlüğe de bu noktadan müdahale eder. ‘’Para arttırmak için hizmetçi
tutmuyorlardı… Daha eşyaların taksiti bitmemişti…’’Alıntılarında da bizlere
durumu özetler niteliktedir. Çünkü taşra toplumundan kurtulmak isteyen insanın
(yani Chandler) ekonomik açıdan yüksek bir gelir elde etmesi ve özgürlüğüne
giden yolların açılması gerekir. Dine bağlılık ikinci baskın özelliktir. Taşra
insanı bağlı olduğu dinin getirilerine inanır ve uygulamaya çalışır. ‘’Senin
gibi dindar heriflere göre değil Tommy. ‘’(sy.82) Üçüncü baskın özellik
ahlaktır. Ahlakı genel olarak dinle pek ayırmazlar. Küçük Bir Bulut’ta ahlak
üzerine sorgulamalar Küçük Chandler ve Gallaher arasında yapılan bar sohbetinde
geçer her yerin ahlaksızolduğundan bahsedilir. Öyle ki bu bahis de en ahlaksız
şehir sıralaması bile yapılır. Taşra topluluklarında da ahlaksızlıklar vardır
hatta baskıdan dolayı daha fazladır fakat gizleme yönünden başarılıdırlar.
Taşraya bağlılık ise ’İnsanın yaradılışında var ister istemez seviyor.’(sy.84)
diyerek açıklanmıştır.
Ben-
Küçük Chandler ve Öteki- Gallaher
İlk çağlardan itibaren ‘’Ben’’ ve ‘’Öteki’’ konusu çok
tartışılmıştır. Ben insanın başlangıç noktasıdır, insan hayatı anlamaya ve
anlamlandırmaya ben olgusuyla başlar.”Ben” olgusundan kasıt, kendini anlamış,
anlamlandırmış, özüne ulaşmış ve bu özü başka benlere aktarabilmiş
insandır.Çünkü insan dünyayı, nesneleri, olayları kendi benliğinin üzerinden
algılar. “Chandler hangi düşünceyi dile getirmek istediğini pek bilemiyordu,
ama şiirsel bir anın ona dokunduğu fikri bir yavru umut gibi canlandı içinde.
Yoluna kahramanca devam etti. Zihninin ufkunda bir ışık titreşmeye başladı.
Mizacının vurgulu notası melankoli idi, kendi yorumunca, ama gelip giden bir
iman ve kendini bırakma ve sade bir sevinçle dengelenen bir melankoli.“(sy.79)
Chandler’ın duygulu bir yaradılışı vardı. Gallaher’la buluşmaya karar verdiği
ilk andan itibaren benliğine doğru bir yolculuğa çıkmıştı fark etmeden.
Yaşadığı hayat aslında onun istediği değil ama alıştığı hayattı o daha duygusal
bir insandı ve bu duygusallığının getirisiyle şiirler yazmak kitaplar
oluşturmak istiyordu. Fakat tüm bunların önünde duran en büyük engeli
çekingenliği ve utangaçlığıydı.
Ben ve
öteki sorunu “ben“in başka bir “ben“ ile ayrılığından ortaya çıkarak “öteki“yi oluşturur. İnsan kendi benliğini
bulduktan sonra bunu bir başka “ben“le
değerlendirmek ister. Bu doğal bir durumdur ve insanın kendini değerlendirip,
gerçekten ne istediğine karar vermesi bakımından önemlidir. Çünkü insan bir
başkası olmadan sevemez verdiği karaların doğruluğunu ölçemez. İyi-kötü,
güzel-çirkin, doğru-yanlış olmadan sen olmaz. Tıpkı Martin Buber’in söylediği
gibi “Diğer insanları kendimizden yola
çıkarak buluruz. “
“Ben“
kendi “öteki“sini oluşturur. Fakat bazı
durumlarda bu “öteki” yi oluşturmak
tehlikeli olabilir. Çünkü “öteki“ , “ben“ in bir yansıması olarak düşünülür. Bu
ayrılık özne nesne ayrılığı değil öznenin özneden ayrılığıdır. Bu ayrılık
sonucunda karşıtlık doğar. Öteki kavramının temsilcisi olan Gallaher birçok
yeri gezip görmenin ve hareketli hayatın izlerini taşır. Kendini
gerçekleştirmiş kötü bir hayata sahipken olumsuz bir gençlik yaşamışken durumun
farkına varmış kendisine o muhteşem soruyu sormuştur. Ben kimim? ve Ne yapmak
istiyorum? Çekingen ve utangaç bir karakteri de olmadı için istediği yolda
yürüme fırsatı bulmuştur.
Ben
ve ötekinin karşılaşması Chandler ve Gallaher’ın bir araya gelmesiyle ortaya
çıkar. Birbirine zıt iki karakterin temsilcileridir. Ve Chandler çekingen
olmayıp kendini gerçekleştirebilen ötekisine kızmış onu kıskanmıştır. Onunla
karşılaşmak duygulu yaradılışının dengesini bozmuş ve onu uyuduğu bu uykudan
uyandırmıştır adeta. Gallaher’ın hayatı zaferlerle doludur ve bunların
kendisine verdiği bir özveri vardır. Chandler gibi küçük bir hayatı ve buna
tamah eden duyguları yoktur. Bu yüzden bir zamanlar dostu olan insanlara
tepeden bakar ve bu bakış Chandler’ı rahatsız eder. Arkadaşıyla yaptıkları bu
buluşma sonucunda Chandler ötekisini görmüştür ve ötekisinin ışığında kendine
bakmıştır ama gördüğü bu yansımadan hiç memnun kalmamıştır.
Özgürlük
Varoluşçuluğun en önemli ilkelerinden biri şüphesiz ki
özgürlüktür. İnsan düşündüklerinde ve eylemlerinde özgür olabildiği sürece
varoluşunu tamamlar. Ve varoluşçu bir insan olur. Chandler düşüncelerinde özgür
olan iç monologlarıyla yaşayan bir karakterdir. Arkadaşı Gallaher’ın yanına
giderken bu monologlar içinde hiç susmaz. Kendini aşma yaşadığı hayattan
uzaklaşma isteği içerisinde “Kendi ağırbaşlı ve sanat dışı hayatının uzağına…”
gider birkaç saatliğine.
Sartre insanın bir durum içinde olduğunu dile getirir. Yani insanın
oluşturduğu bir çevresi ve geçmişi vardır. Ve tabi buna anlam veren yine
insanın kendisidir. İnsan istediklerini özgürce dile getirir. İnsan hayatı hep
bir seçimden oluşur. Bu seçim özgürlüğü ölümüyle son bulur. Öykümüzde ise bu
özgürlüğün sona erişi ölümle değil bir bebeği ağlatmış olmanın pişmanlığıyla
sonlanır.
“Manzarayı
seyrederek hayatı düşündü ve (hayat üstüne düşününce hep olduğu gibi)
hüzünlendi.”(sy.77) Sartre’ın bilinç yoluyla insan saf bir huzur içinde
durabilir sözü öykümüzdeki bu alıntıyı destekler. Kimi zaman hayatımızdaki
olumsuzlukları düşünür ve huzursuzluğa kapılırız bilinç tam da bu noktada
devreye girer ve bizim düşünüp olayları anlamlandırmamızda ve mantıklı
yaklaşımlarda bulunmamızda yol gösterici olur. Hayat üzerine düşünce ister
istemez hüzünlenir ama yine de bir huzur buluruz.
“Bu
soruyla odaya geldi ve sinirli sinirli bakındı odaya. Evine taksitle aldığı
güzel eşyalarda bayağı bir şey vardı. Annie kendisi seçmişti bunları,
dolayısıyla onu hatırlatıyorlardı. Hayatına karşı soğuk bir öfke kabardı
içinde. Bu küçük evinden kaçamaz mıydı? Gallaher gibi kahramanca yaşamayı
denemeye çok mu geç kalmıştı? Londra’ya gidemez miydi? Daha eşyaların taksiti
bitmemişti.”(sy.89) Bu kısımda yaşadığımız evin ve kullandığımız eşyaların bile
bize yabancı gelebileceği ve bizim seçimimiz olmadan alınışı göze çarpar.
Karşımızdaki öyle istiyor diye hareket etmenin sonucunda o an göze batmayan ama
sonradan öfke uyandıran bir farkındalıktır bu. İnsan bu noktada özgürlüğünün
kısıtlandığını ve özgürce karar veremediğini iliklerine kadar hisseder. Bu his
derinlerde bir acı ve dışarıya karşı bir isyan durumunu oluşturur.
Tıpkı
Dostoyevski’nin söylediği gibiydi. Küçük Chandler eylemlerinde özgür değildi
ancak özgür olmayı isteme bilincindeydi. Gallaher’la karşılaşması onu çok
etkilemişti. Öyle ki hayatı üzerinden düşünmeye ve tıpkı onun gibi özgür,
tanınan belli kitlelere hitap eden, bir insan olmayı istemişti ama ne var ki
bunu eyleme dökemiyordu. Chandler’ın bu özgürlük anlayışı Gallaher’ın ki kadar
baskın bir anlayış değildi. Çünkü Gallaher kadar cesur değildir ve eleştirel
bir tutumu yoktur. Ayrıca ne kadar özgür olmak istese de yalnızlığı göze
alamayacak bir çekingenliğe sahiptir ve alışkanlıklarına bağlanmış bir
insandır.
SONUÇ
Küçük Bir Bulut öyküsünde kimilerine göre küçük
insanların acısı dile getirilmiştir. Büyük olmanın, başarıların bazı
banalliklere sebep olduğu hissettirilmiştir. Küçük bir yaşam ve güvensizlik
içinde kurulan hayatın yine aynı düzende devam edişi görülmüştür.
Bana
göre ise Küçük Chandler üzerinden düşünmeyi empati kurarak onu kendimizle
özdeşleştirmeyi hayatımıza bu açıdan bakmamızı ister James Joyce. Küçük bir
şehirde taşralı bir toplumda çok yüksek olmayan ekonomik bir konumda belli bir
takım sorumluluklar alarak onları yerine getirmeye çalışan Küçük Chandler kendi
varoluşunu tamamlamayı ertelemiş ve tamamlayamadan bundan pişmanlık duyarak
vazgeçmiştir. Bizde gün içerisinde belli olaylar karşısında kaldığımız
zamanlarda ya da geçmişimizden birini görünce kendimizi sorgulamaz mıyız?
Hepimizin hayatında küçük bir bulut huzmesi oluşur elbet, Chandler’da da olduğu
gibi. Onun küçük bulutu içindeki melankoliyle kimilerinin belki de kelt tonu
diye adlandıracağı şiirler yazmaktı. Tüm topluma hitap edemese de belli bir
kesime hitap etmek istiyordu. Fakat bu isteğine engel olan birkaç sebep vardı
ve bu sebepler düşünüp sorguladığında onu öfkelendiren sebepler olmuştu. Bu
sebeplerin başında taşra hayatı yani Toplum-Birey ilişkisi geliyordu. İkinci
olarak ise toplumla birlikte ortaya çıkan ve Tanrı-İnsan olarak değil de
Tanrı-Toplum olarak düşünülen din ve ahlak anlayışı vardı. Çünkü Küçük Chandler
dindar bir adamdı. Fakat öyküde bu yönü ağır basmaz ve Gallaher’la sohbeti
dışında pek hissedilmez. Üçüncü sebep ise Ben ve Öteki çatışması sonucu oluşan
sorgulama ve ulaşılamayan özgürlüktür. Dördüncüsü en doğal ve onun özünü
oluşturan her şeyi belki de bu sebebe bağladığı çekingenliğidir. Peki,Chandler’ın çekingenliği ile açıkladığı
bu durum benim özümde veya sizin özünüzde ne tür bir açıklama bulmakta? Sanırım
bu öyküyü okuduğumdan beri bu sorunun cevabını düşünüyorum ve şu şekilde yanıt
verebiliyorum. İnsanların yani düşünen insanların düşündüklerini
eylemleştirememesi yüksek oranda çekingenlik ve bulunduğu duruma alışma
olabilir. Çünkü insanlar alışkanlıklarını kolay kolay değiştiremezler. Değişimi
ne kadar isteseler de aslında bu değişimden ve getireceği sorumluluklardan
korkarlar. Kimi zaman ise bu, üstüne çok düştükleri bir konu olmaz. Bazı
zamanlarda hatırlanan ve o an büyük bir istekle istenen ama sonrasında hiçbir
şey yapılmayan eylemleşemeyen bir durum olarak kalır. Tıpkı Chandler’ın
içselleştirdiği gibi. Bu çekingenlik şu şekilde aşılabilir. Kendi içlerindeki
monologları tamamlayan insanlar dışarıdan gelecek bir soruyla bu monoloğu
cevaba dökebilir. Ve fark etmeden hedeflerine ulaşmak için, iç dünyasının
gerçek hayatına yansımasında önemli bir adım atmış olur. Chandler’ın “Küçük Bir
Bulut” olayı sorgulamasının bir güne hatta bir geceye ait olması ve kısa bir
zaman diliminde kendi özünü kabul edip bundan pişmanlık duyarak
sonlandırmasıyla gerçekleşmiştir. Bu olay onun hayatından “Küçük Bir Bulut “ olarak geçip gitmiştir.
Bendeniz
ve sizlerde düşüncelerinizin küçük bulutlarla sınırlı kalmasına ve hayatınızdan
geçip gitmesine izin vermeyin! Onları eylemlerinizle büyük hareketlere dönüştürün!
Asude Büşra GÜZEL...